Ortadoğu’da yaşananlar nedeniyle İslam ve demokrasi meselesi çokça tartışılırken

İslâm dünyevileşir ve siyasileşirken;

Yeryüzü ve insanlığa mı,

Yoksa kapitalizme mi bağlılık?


Ezilen kitleler için mi umut,

Yoksa onlara tevekkül,

işini bilenlere rant mı düşmekte?

 
Ortadoğu’da yaşananlar nedeniyle İslam ve demokrasi meselesi çokça tartışılırken, İslâm ve kapitalizm, İslâm ve sosyalizm meseleleri de daha çok konuşulur olmakta. Konuya ilgi ve tartışmaların artması da kaçınılmaz.

Bir yandan, İslamiyet’in yalnız uhrevi dünya ile ilgili bir inanç sistemi olarak görülemeyeceğini biliyoruz. Dünya ve toplum ile çok meşgul, bu dünyadaki tüm meseleler ve yaklaşımlar karşısında bir vaziyet almak durumunda bir dinle karşı karşıyayız. Öte yandan, bugün 1.6 milyarla dünya nüfusunun yaklaşık dörtte birini oluşturan Müslümanların önümüzdeki on yıllarda artmaya devam edeceği beklenmekte. Bunun ötesinde, dinin yükselişi ve siyasal İslâm’ın iktidara gelmesi gibi gerçeklikler yaşanırken, Ortadoğu’daki gelişmelere bağlı olarak Ilımlı İslâm’ın iktidarda olduğu koca bir bölge tasavvuru yapılmakta.

Bu koşullarda, İslâm’ın şu veya bunun karşısındaki duruşu da, Müslüman ülkelerin bu dünyanın gidişatıyla ilgili olarak nerede durduğu/duracakları, neyi temsil ettiği/edecekleri de önemli.  Tüm bu gelişmelerin, dini kitlelerin afyonu olarak görmese de dine uzak ve laikliğe yakın sol açısından oldukça anlamı da büyük. Müslüman ülkelerde artık solun, yükselen dini değerler ve siyasallaşan İslâm’ı görmezlikten gelmesi de, karşısında bir vaziyet alması da mümkün değil; öte yandan küresel gelişmeleri anlamak açısından önemli bir değişken devreye girmiş durumda. Öyleyse ne yapacak, ne diyecek?

Tabii inançlar ve uygulamaları kadar, dünya görüşü nedeniyle de tek bir ülke, Türkiye örneğinde bile yekpare bir İslâm’dan söz etmek mümkün değil; bu nedenle durum geçmişe göre daha da karmaşık. Bugün İslâmiyet içinde Allaha ulaşma yollarındaki farklılıkların ötesinde, Batı ve sistemi karşısında vaziyet alışlarıyla da farklılaşan ülkeler, cemaatler ve hareketler olduğu gibi, İslâm’ın yorumu konusunda farklılıklar da epeyce. İslâm daha da dünyevileşir ve siyasileşirken, İslamiyet’e ne olacağı, ya da onun hangi yönde güçleneceğiyle ilgili soruların daha da önem kazandığına da kuşku yok.

Bir anlamda yalnız solun değil, ideolojik ve siyasal yanıyla İslâm’ın da yeryüzünün tahribatından insan haklarına, küresel adaletsizlikten demokrasi açığına kadar her konuda bir vaziyet arayışına ihtiyacı olduğunu söylemek doğru olur. 

Türkiye örneğinde neler olduğuna bakarsak, önce, bu ülkede siyasal İslâm’ın belirli bir ekonomik, siyasal ve sosyal gelişmişliğe ulaşmış bir ülkede iktidar olduğu ve bunun getirdiği kolaylıklardan yararlandığını söylemek gerek. Örneğin belirli bir demokrasi alışkanlığı ile laikliği de, neo-liberal politikaların onlardan önce uygulanmaya konulmuş olmasını da, iktidarlarını kolaylaştırıcı güçler olarak görmek doğru olur.  Öte yandan en başta kapitalist gerçeklik olmak üzere reel dünya ile bütünleştiği ve bunun getirdiği destekle büyüdüğü de ortada.

Ancak bunlar onun hem gücü hem sınırları olurken, uygulamasıyla, hem Batı’ya karşı alternatif bir siyasal İslâm’ı var edebilmek hem de benimsediği Batı modelini bir adım ileriye götürebilmek açısından geriye düştüğü ortada.

Bugün, örneğin, laikliğin kadınların örtünme meselesinden ibaret olup çıktığı, eğitimin birçok nedenle iflâs ettiği, yargıda güvenilmezliğin arttığı, milli iradeden milli şef anlayışına geçmeye çalışan bir demokrasi anlayışının öne çıktığı gibi birçok ürkütücü gelişme söz konusu. İleri demokrasi çığırtkanlığına karşın, gördüğümüz, tek elde toplanması istenen bir güç arayışı. 

Anlıyoruz ki siyasal İslâm’ın demokrasi anlayışı kendine göre; peki sosyal adaleti nerede? Ya da, güç ve müttefik arayışı artan siyasal İslâm’ın kimlerle ittifak yaptığını, kimlere dayandığını görüyoruz? Bu soruların bütünleşilen sistem açısından bir anlamı yok, biliyoruz; peki İslami açıdan bakıldığında da öyle mi? 

Sözü fazla uzatmadan, siyasal İslâm’ın, küresel düzenle bütünleşmekten kaçınmadığı ve bütünleştikçe güçlendiği söylenebilir. Kapitalist sistemle bütünleşmiş İslâm’ın ezilenlere değil, sınıf atlamaya ve düzenden nemalanmaya meraklı kesimlere dayandığı da ortada. Belki başlangıçta birçoğu alt ve orta sınıfı temsil ediyor; ancak İslâm’ın da, onların da güçlenmesi kapitalist düzeni iyi anlamaları ve uygulamalarına bağlı. Bu nedenle, konumları değilse de, temsil ettikleri zihniyet sosyal eşitliği ve adaleti değil, kapitalizmin eşitsizliğini esas almakta. İzlenen politikalar da, rant ve nema dağıtımının devamını vaad etmekte; ezilenler ve yoksullar için vaadi ise, hayırseverlik ve sadaka dağıtmaya dayalı bir devlet anlayışı olmaktadır.

Peki, burada sormamız gerekmiyor mu? İslâm neyi temsil ediyor; sosyal adaleti ve bunun gereklerini mi; yoksa eşitsizliğin ver adaletsizliğin durmadan artmasını gerektiren bir anlayışı mı? Bu, yalnız dindarların meselesi de değil. Başlangıçta ezilenlerden yana olan ve devrimci nitelikte bir değişim getiren dinlerin ve İslâm’ın statükoyla ve düzenle bütünleşmesinin herkes için anlamı büyük.

 Ve Siyasal İslâm (AKP) için Turnusol Kâğıdı: Kadına Bakış

Burada AKP’nin kadına bakışı ve kadın politikalarını uzun anlatmak için yerim yok. Ancak kısaca, 11 yıllık iktidar döneminde kadını toplumsal ve ekonomik anlamda güçlendirip kimseye muhtaç olmayan hale getirmek için bir şey yapılmadığı, hatta kadının ailedeki rolünün ötesinde görülmediği ortada. O, çok konuşulan aile-içi şiddet konusunda bile, araştırma yapmaktan öteye gidilmiş değil. Şimdi, yalnız uygulamada değil, politik anlamda geri adım atılmaya doğru gidildiğini görüyoruz.

Bir düşünün: 90’lı yılların başında Kadınlara Karşı Her Tür Ayırımcılığın Önlenmesi Hakkındaki Sözleşmeyi kabul ettik ve Kadın ve Aileden sorumlu bir devlet bakanlığı ile Kadın Sorunları Genel Müdürlüğü oluşturuldu. Bu kabuller de, modernleşme gereği olduklarından gerçekten kadın-erkek eşitliğine yönelik politikalara kaynaklık etmek yerine, siyasal iktidarlarca araca dönüştürüldüler. Ama bugün, kadın ve erkeğin eşit olmadığını söyleyen, kadın ve aileden sorumlu bakanlığı “aileyi koruma” bakanlığı olarak algılayan, çalışmalarında “toplumsal cinsiyet“ söylemini kullanmaktan kaçınan ve nihayet cinsiyet eşitliği politikalarından sorumlu devlet bakanlığını “Aile ve Sosyal Hizmet Bakanlığı “olarak dönüştürmek isteyen bir zihniyet karşısındayız.

Bu zihniyetin, kadınlar için güç bela edinilmiş bazı kazanımlardan geriye gitmek, 30 yıl öncesine dönmek anlamına geldiği de açık. Buna karşın, türban derken eşitlik ve özgürlük aradıklarını iddia eden Müslüman kadınların, toplumsal cinsiyet eşitliği istemleri konusunda pek seslerinin çıkmadığını görüyoruz. Hatta gazetelerde çıkan haberlere bakılırsa, kadınların yoksulluk, sosyo-ekonomik güçsüzlük, şiddet gibi sorunları karşısında, çözüm olarak erkeklerin birden fazla kadın almasını önerenler çıkmakta aralarından.

Ne demeli? İslâm’ın kadınlar için eşitliği, adaleti, hatta devrimciliği, demek buymuş! Kadınlar da, hepi topu, örtünmek serbest olsun, bir erkek de onları koruma altına alsın isterlermiş! Gerisi de, cennet zaten!