8 Mart’ı kutlamak bir süredir bu memlekette âdetten oldu. Ben de bu âdetin bir parçasıyım; yazıydı, konuşmaydı hep bir şeyler yapıyorum

8 Mart’ı kutlamak bir süredir bu memlekette âdetten oldu. Ben de bu âdetin bir parçasıyım; yazıydı, konuşmaydı hep bir şeyler yapıyorum. Bu yazıyla olduğu gibi.
Ama bir yanım da, “şöyle bir etrafına bak, neredeyiz; kaç arpa boyu yol aldık ki” diye sorduğundan, içim hiç rahat değil.
Âdet olmak çok kötü bir şey değil. Ama 8 Mart’ın kadınlara hatırlatması gerekenleri düşündükçe, heyecanını da, sivri dilini de yitiren, sıra savmaya dönüşen bu kutlamalara katılmak içimden gelmiyor.
Bu günler, âdetâ erkek dünyasının kadınlara “armağanı” na dönüştü. Bir toplantı, birkaç güzel söz ve temenni, birkaç da karanfil oldu mu, görev yerine getirilmiş oluyor. Hele o karanfiller içimi bayıltıyor. Siyasi liderler, belediye ve oda başkanları, sendikacılar başka bir şey bulun: hadi bulamadınız biraz daha paraya kıyıp “çiçeği” değiştirin desem nasıl olur?
Tamam, 25-30 yıldır Türkiye’de kadın adına değişen bir şeyler var; olumlu bazı gelişmelerden de söz edilebilir. Peki, şöyle bir etrafınıza bakın değişim nerede yok ki? En az 30-35 yıldır dünyada kadın meselelerine ilişkin duyarlılık  artmış durumda; eh küreselleşen bir dünyadan söz ediyorsunuz; bu ülkede de daha fazla eğitim almış, daha fazla sorup sorgulayan, araştıran kadın var; yaşayıp öğrendiklerinden yola çıkarak kendini ve toplumu dönüştürme peşindeki kadın artmakta; daha fazla bilinç, daha fazla örgütlenme derken bir şeyler tabii ki değişecek.
Ama değişimin hızı ve yönü de önemli. Evet devrim yapacak değiliz; ancak her geçen yılın, kadınlar adına bir iyileşme anlamına gelmesi gibi bir derdimiz de olmalı. Peki öyle mi? Yoksa Cumhuriyet’le gelen kazanımlar gibi, son yıllarda yapılan birkaç yasal değişikliğe tutunarak mı yol alıyoruz?
Örneğin yıllardır siyasette kota isteniyor. Sanırsın ki, kadınlar adına bir ayrıcalık isteniyor. Oysa bu kotanın asıl  anlamı, “cinslere eşit temsil olanağı”. Yani derdi ayrıcalık değil eşitlik ve temsili demokrasinin mantığıyla ilgili bir istek. Daha bu bile anlatılabilmiş değil.
Ve, eğer tersi olsaydı, örneğin Meclis’in yüzde 92’si KADIN olsaydı, acaba erkekler “kota” konusunda ne düşünürlerdi dersiniz?
Üstelik kota da yetmez. Bu kota uygulamasının parti lider ve yöneticilerini desteklemek üzere kullanılmasının da önüne geçilmesi gerekli. Geçen hafta gazetelerde Irak’lı kadın milletvekilleri, kadınlara tanınan yüzde 25’lik kota uygulamasının nasıl kötüye kullanıldığını anlatıyordu. Az gelişmiş demokrasilerde kotalar da pek işe yaramıyor; bilinen bir şey.
Dolayısıyla “kota” ya evet; fakat bunu hakkıyla kullanmak için kadınların rehavete kapılmayıp, ayrıca mücadele vermeleri gerektiği de ortada. Burada mıyız?
Yine de kota meselesini, demokratikleşme peşinde olduğunu iddia eden AKP’nin samimiyetinin sınanacağı bir alan olarak düşünebiliriz. Yani seçimle gelinen tüm makamlar için, cinslere eşit temsil olanağı sağlayacak bir kota uygulamasını isteyebiliriz.
Benim tavsiyem İskandinav ülkelerindeki gibi bir uygulama olur. Her cinsin yüzde 40’tan az, yüzde 60’tan fazla olmayacağı bir dengenin tutturulması.
Öte yandan, bu kotanın yalnız parti büyüklerini değil, kişisel itibarlarıyla kadın meselelerini hakkıyla temsil edecek kadınlar için kullanılmasını da istemeliyiz. Öyle ya, kotayı temsili demokrasi için bir araç olarak düşünüyorsak, orada “pantolonlar yerine eteklerin” değil, eril değerler yerine kadın değerlerinin temsilini sağlayacak bir değişim istiyoruz demektir.
Tabii , bu konu yalnız AKP’yi değil, CHP, MHP gibi muhalefet partileri için de bir demokrasi sınavı.
Belki daha ilgi çeker umuduyla, hani çok izlenen bir TV programının sorusuyla sorayım:
“Var mısınız, yok musunuz?”
Başka bir konu: Herkes biliyor ki, Türkiye’de kadının istihdama katılımı kırsal kesimden kentlere göç arttıkça yüzde 25 dolayına düştü; kentsel kesimde daha da yerlerde ; yüzde 18.
Ve bu kadın güçlenecek; öğrenip, konuşup hak arayacak; vatandaş olacak, siyaset yapacak; öyle mi?
Tabii kadın adına konuşan herkes daha fazla kadının istihdama katılmasını istemekte. Ama nasıl? İşte burası çetrefilli.
Büyüme artık istenildiği kadar iş yaratamıyor; krizler eksik değil ve iş yaratmak bir yana, işi olanlar işlerini yitiriyor. Resmi işsizlik yüzde 14;
İstihdam yaratmak için “vergileri indir, sigorta primlerini alma, daha düşük ücrete razı ol” demekten öte bir şey de denmiyor.
Çalışsın istenilen kadın için, çocuğunu ne yapacak sorusuna cevap veren yok. İster annesine, ister komşusuna, ister sokağa bıraksın; kimsenin derdi değil. Kreş, yuva gibi kamusal çözümler çoktan tarihe kavuştu.
Sonra da koro halinde “kadın istihdama katılsın” diyorlar. Tanrı aşkına, biraz daha samimiyet, biraz daha ciddiyet.
Anlaşıldı ki, liberalizmin, sosyalizmin, demokratik solun, İslâmiyetin, radikalizmin üstüne biraz “feminist” söylem katmak, bir yazımda dediğim gibi “feminist bir asma kat” çıkmakla bir şey kazanılmıyor.
Kadınların, yalnız kendi “”odaları” değil, bu odada yaratacakları “farklı bir dünya” olmalı.
Kısacası kadın meselesinin gerçekten ciddiyet kazanması için kadının kendisine de, dünyaya da hem daha eleştirel hem daha sorumlulukla bakmasına ihtiyaç var. Hem kendisinin hem de tüm insanlığın başka bir dünya hayalini yeşertmeye yönelmesi gerek. Bu dünya içinde kaldıkça, eril değerlerin kurduğu eşitsiz, adaletsiz ve hegemonik dünyanın bir piyonu olmaktan fazla bir seçeneği olacağını düşünmek de zor.
Söylenecek, konuşulacak daha çok şey var; köşe yazılarıyla olacak şey de değil.
Yine de, gelecek yıl 8 Mart’ı gerçekten kutlayabilmek adına kadınlara sormak isterim; bu yıl en azından barış ve demokrasi adına bir araya gelmeye
“Var mısınız, yok musunuz?”