Bir yılı geçti, Ayrıntı Yayınları’ndan bir kitabımın yayımlanmasını bekliyorum.

Bugünkü karede,

Pınar diyorum,

gözün aydın diyorum,

gel diyorum
 
Bir yılı geçti, Ayrıntı Yayınları’ndan bir kitabımın yayımlanmasını bekliyorum. Baştaki anlaşmamıza göre, geçen Mart’ta çıkacaktı. Olmadı, inandırıcı bir açıklama da yok. Neylersin, bekledim. En nihayet Şubat başında çıkacağı söylendi, buruk da olsa sevindim. Boşuna sevinmişim, hala bekliyorum.

Ne desem! Bu ülkede kitap okunmaz, yazmanın da, yazarın da fazla hükmü olmaz mı diyeyim? En azından bugün öğrendiğim bu.

Herneyse, kitaptan söz etmemin nedeni başka. Kitabın adı, “Kapitalizm Küreselleşirken Dünya Ahvali”. Bu kitapla, hep ekonomik krizlerden söz edilen dünyada sürekli kriz yaşayan milyarları ve onların koşullarını konuşmanın asıl olduğunu, bunların varlığının konuştuğumuz birçok kavram, söz ettiğimiz birçok aracın, iddia ettiğimiz birçok gelişmenin sahiciliğini ortadan kaldırdığını tartışmak istedim. Bir yanda dünyadaki beş milyar insanın yoksulluk ve yoksunlukları, emeğin sürekli aşağıya doğru itilen koşulları, her düzeydeki gelir dağılımının adaletsizliği var, öte yanda bunlarla mücadele etmek için kullanılacak insan hakları, siyaset, demokrasi gibi araçların yalana dönüşmüş gerçekliği ile baş başayız. Dünya bu haldeyken, gelişmeymiş, uygarlıkmış gibi büyük laflar etme hakkımız olduğunu düşünmek de, içler acısı!

Tunus veya Mısır’daki halk ayaklanması konuşulurken, kitapta ele aldığım birçok konuyu da hatırlamadan edemedim. Özetle, dünya ahvalini ve bunun gerisindeki sistem ve mantığı konuşmadan şu veya bu ülkeyi konuşmanın fazla bir anlamı olacağını sanmıyorum. Bu nedenle, söz gelip kitaba dayandı.

Bakıyorum da, bu ülkeler ve isyanlar konuşulurken mecburen işsizlik ve yoksulluk gibi konulara değiniliyor; ama mesele baştaki diktatöre, onun acımasızlığı ile yolsuzluklarına gelip dayanıyor ve orada bitiyor; ötesi yok. Oysa Tunus’ta isyan fitilini ateşleyen işsiz, elinden tezgâhı alınınca da çaresiz genç, kalabalıkları ateşleyen ana nedenin demokrasiden önce geçim derdi olduğunu açıkça ortaya koyuyor; daha ne olsun! Bin Ali’nin diktatörlüğü de, en çok kendisinin ve karısının yolsuzlukları ve zenginliğinin konuşulmasıyla gündeme gelmekte.  Yani bu halk ayaklanmaları, yalnız orada, buradaki diktatörlükleri değil, onları maşa olarak kullandıkça sesini çıkarmayan küresel sistemi işaret ediyor; ama…

Tabii ki, diktatörlüklerin istenecek yanı yok; ama yalnız halk üzerinde baskı kurmaları nedeniyle değil, küresel sistemin yol açtığı eşitsizlik ve adaletsizlikleri katlayan rejimler oldukları için de gitmeliler. Onların yol açtığı acılar konuşulurken, samimi olmak istenirse, arkalarındaki daha büyük hegemonya içinde oynadıkları rolü de konuşmamak olmaz. 

Yalnız bu ülkeler de mi? Tüm Ortadoğu’da, Orta ve Güney Doğu Asya’da, Koca bir Afrika kıtasında kitlelerin karşılaştığının acı ve şiddet, açlık ve yoksulluk olduğu biliniyor. Peki, dünyanın dörtte üçünü kaplayan acınası koşulların tüm suçlusunun diktatörler, yolsuz hükümetler, cahil, tembel halklar olduğunu mu düşünelim? Evet, öyle düşünmemiz isteniyor: Açlık, yoksulluk, yolsuzluk, ne varsa ülkelerin kendi suçudur; insan hakları veya demokrasi hayata geçemiyorsa kabahat yönetimlerdedir ve gelişmede geç kaldıklarına göre bu halklar, -kabaca beş milyar insan demek- bunun bedelini de ödeyecekler demektir.

Peki, bu hesapta unutturulanlar yok mu? Örneğin, insana ve doğaya ne olduğuna aldırmadan, salt kâr ve büyüme mantığıyla dünyanın kaynaklarına el koyma hakkı olduğunu düşünen kapitalist ekonominin; dünyanın doğal zenginliğinden emeğe uzanan tüm kaynaklarını kullanma becerisi göstererek zenginleşen Batı’nın; modernleşme, küreselleşme derken, her şeyden önce kapitalizmi ve kapitalist mantığın küreselleşmesini sağlayan hegemonyanın hiç mi payı yok? Tamam, “geri bıraktırılmış” demeyelim de, yüzyılların ve günümüzün gerçeklerini de mi konuşmayalım?

Örneğin insan düşünmeden edemiyor. Bunca demokrasi lafı ediliyor da, petrolden elmasa her yerde ülkelerin kaynakları kullanılırken, burada yaşayanlar ne isterler, neye ihtiyaçları vardır, öncelikleri nedir diye soran oluyor mu? Buna ihtiyaç duyan, bunu insan hakkına, demokrasiye, özgürlüğe bağlayan var mı? Bir de bugüne bakalım: dünyanın geleceği tehlikede, buna karşın, herkese daha mütevazi bir yaşamı mı, yoksa bir milyarın açgözlülükle üretip, oburca tüketmesi için dünyanın ve insanlığın felaketini mi tercih edeceğini soran değil, bunu gerekli gören bile yok.

Oysa ekonomik kararlar herkesi ilgilendiriyor, üretim desen küresel ve toplumsal kaynaklar kullanılarak yapılıyor diye biliyoruz; yani insanı ve toplumu ilgilendiren en temel kararlar söz konusu, ama söz hakkı yok. Bir de ekonomik kararlar ve koşulların en tepede belirlendiğini düşünürsek, ulus düzeyinde yapılan siyaset ve demokrasiye nasıl ve ne kadar bel bağlayalım? Medya eğlendirecek, spor heyecanlandıracak, çerez niyetine de siyaset yapılacak; daha ne isteriz mi diyelim?

Acı, ama ortalıkta dolaşan liberal anlayış bundan fazlasını vaat etmiyor; aslında niyeti de yok. Çünkü siyaset ve demokrasiden söz etse de, yalnız devletten değil siyasetten de haz etmeyen, siyaseti güdükleştirerek insana piyasadan ve piyasacı bir özgürlük anlayışından başka pek bir şey bırakmayan, -liberalizm bile diyemiyorum- içi boşalmış bir anlayış söz konusu.

İnsan hakları konusundaki göz boyamayı görmek bile yeterli. Bir yandan “evrensel” insan hakkı gibi büyük laflar ediliyor, öte yanda bu hakların varlığı ulus devletlerin kabulü ve güvencesine bağlanmakta; yani insan hakkı bir ülkede yasalaşmadıkça böyle bir hak yok. Nasıl, beğendiniz mi? Tabii insan hakkı derken, kast ettiği de temel haklar; ucu ekonomiye dayandığından sosyo-ekonomik hakların lafı bile edilemiyor. Öte yandan, sosyo-ekonomik haklar bir yana,  petrolü, kömürü, altını kullanılan bölgelerdeki insanların yaşam koşullarına bakarsak, ekonomik sistemin ve kapitalist mantığın yaşama hakkı gibi en temel hakka bile aldırmadığı söylenebilir. Yani hak ihlal ihlalinde en başta gelen, sistemin kendisi.  Ve demokrasiyle hemhal gibi görünen bu sistemin, ne demokratik haklar, ne de temel insan hakları açısından bir sorumluluğu var.

Ekonomik sistem dediğimiz kapitalizm ya; asıl hegemonya sistemin temelini oluşturan “kapitalist mantıkta”. Bu nedenle kapitalist ekonomi demek yetersiz; artık oradaki veya buradaki sermayeyi aşan, öteki sistemleri ve insanları içine alan ve çoklu bir egemenlik kuran kapitalist mantıktan söz etmek anlamlı olabilir. Hard ve Negri’nin, dışarısı kalmayan imparatorluğu da, işte bu.

Bu nedenle bugün de, yarın da daha çok sistem-içi tartışmalar dinleriz. Farklı tartışmaların güçlenmesi ise… Düşünmek, konuşmak gerek. Örneğin orada, burada ortaya çıkan tepkiler, arkasındaki sembolik güçlerden küresel sistemi dönüştürücü bir güce nasıl ulaşılır? Konuşuyor muyuz….