Emperyalistlerin tarihin derinliklerinde o güzelim tanrılar, tanrıçalar arasına da sızdıklarını, her türden kötülükle, tanrıça Hades’le ortak olduklarını bilir miydiniz? Ben bilmezdim, kuşkulanırdım, evet ama gerçeği arkadaşım, dostum Yaşar Atan’dan öğrendim. Şimdi bütün maceralarını, stratejilerini, taktiklerini biliyorum artık. Bilmeli, yoksa günün birinde hani iyice rotadan çıktıkları, kendi kendilerini yemeye başladıkları bir zamanda biz nasıl… Ne diyorsunuz […]

Kibirli kralın hisseli hikâyesi

Emperyalistlerin tarihin derinliklerinde o güzelim tanrılar, tanrıçalar arasına da sızdıklarını, her türden kötülükle, tanrıça Hades’le ortak olduklarını bilir miydiniz? Ben bilmezdim, kuşkulanırdım, evet ama gerçeği arkadaşım, dostum Yaşar Atan’dan öğrendim. Şimdi bütün maceralarını, stratejilerini, taktiklerini biliyorum artık. Bilmeli, yoksa günün birinde hani iyice rotadan çıktıkları, kendi kendilerini yemeye başladıkları bir zamanda biz nasıl…

Ne diyorsunuz geldi mi o zaman?

Nereden başlayalım? Aslında iyi kalpli, biraz çapkın, biraz otorite düşkünü Zeus’tan ateşi çalıp insanlara armağan eden, (böylece onları donmaktan kurtaran, doğanın dengesini bozmadan avladıkları hayvanların etlerini pişirmelerini sağlayan, hayvanların da yine doğanın dengesi içinde biraz homosapiens avladıklarını bir yerde okumuş, hiç et yemeyen, otobur yani vegeteryan hayvanların da yaşadığını öğrenince… -her neyse bu uzun cümleyi bir yerde kesmem gerekiyor artık, kestim) Prometheus yalnız değildi.

Sevgilim Demeter

Yalnız değildi, güzeller güzeli Tanrıça Demeter’i unutamayız. O güzel tanrıçayı, resimlerinde, heykellerinde görmüşsünüzdür; işini göstersin diye, (Tanrılarda, Tanrıçalarda iş bölümü esastır) kucağında bir demet buğday taşır, dekoltesi derin, bir memesi de açıktadır; hemen aklınıza başka şeyler gelmesin ya da gelsin, çünkü o da berekettir, işte o buğday demetiyle Demeter’in tüm dünyayı beslediği, toprağın altında bekleyen tüm bitkileri canlandırdığı söylenir. Öyledir, toprak hepimize yetmez miydi, yeterdi. Der ki hikaye, bitkilerin ağaçların damarlarında dolaşan özsuların akışını, kulağınızı dayasanız duyarsınız, eğer iyi bir insansanız, emperyalistlerin yardakçısı, işbirlikçisi, kuklası değilseniz.

İşte o şarkıları Driyad denilen güzel peri kızları söylerlerlerdi. Öyle güzeldir ki sesleri, çoktan ayağa kalkmış, Homo-erektus, mağaraları resimlerle süslemiş, yanık yürekleriyle çoktan şiirler söylemeye başlamıştı.

Ama kötülüğün, artık her neyse mülkiyetin egemenliği zamanları gelince, ağaçlara balta inmeye, dallar kırılmaya, hızarlar çalışmaya başlayınca Driyadlar, Demeter’i çağırmaktan başka çare bulamadılar..

Demeter de o sırada Hades’in (yeraltı dünyasının tanrısı, Ölüler Ülkesi’nin şantajcısı, kızılderili kıyımının General Custer’ı, siyah kölelerin efendisi, nazilerin Führeri) yeraltı dünyasına kapattığı güzel kızı Persefone’nin acısıyla perişan yüreğini susturmak için geziniyordu yeşil ormanda.

Sonra duydu imdat çığlıklarını Driyadların.

Kimdir ağaçları kesen, kim bu nursuz suratlı yüzünü hırs bürümüş pis kapitalist? O astığı astık, kestiği kestik görgüsüz bir burjuva kraldır. O zaman adı Erisihton’du, Ne kadar zulum görse de hala tazeliğini koruyan şu bizim Arz’ımızda, Erde’mizde, parçalanmış toprağımızda, paylaşamadığımız Terra’da işler uzun süre kötüye gitti; yakıp yıkıldı ormanlar, beton diye bir şey icat edip toprağı nefes alamaz hale getirdiler, nihayet Demeter son bir gayretle dikildi önüne Erisihton’un. Hitler’in, Franko’nun, Mussolini’nin, sureti haktan görünseler de işte ama nedir, sonunda kopya hepsi de.

Kibirli Kralın kaderi

Ne yapsın Demeter, Erisihton’un önüne güzeller güzeli Demeter gibi çıkmadı, güçten düşmüş, ihtiyar bir kocakarı kılığında gördü onu zalim kral. Demeter de onu o Tesalya kralı gibi değil de, zamanımızın Hindistan’ı istila, Mısır’ı talan etmiş, yoksulları sömürdükçe kendisi şişmiş müstevli bir “komprador” olarak gördü.

“Buralar da artık benim, diyordu kibirli kral, işte bak, ormanın küçük sahipleri de artık benim işbirlikçimdir. Tanıştırayım kocakarı, bu efendi ağa tüm Newspaperlarımın sahibidir; öteki şu köşede bıçağını bileyen de, komutan deriz biz ona, balta takımının komutanıdır; şu köşede kendi kendine konuşup duran, eli cebinde ukala da benim hoca adını taktığım düdüktür, arada bir öttürdüğü de benim düdüğümdür, bak yine öttürdü, der ki ‘ben Erisihton’un ortağıyım’, güldürür beni böyle arada bir. Yan tarafta cebini kurcalayan benim en iyi üstencimdir, bu Saray’ı o dikti, şu köseye bir yenisini de o dikecek, hep birlikte yiyip içeceğiz, en iyi meyveler, en iyi şaraplar, en kalite biralar su gibi akacak, gel sen de şu köşeye sığın sana da bir servis açsınlar.”

“Yok dedi Demeter, ben gideyim, sen de kendine dikkat et, pek iyi görmedim, çaptan düşmüşsün, göbek almış başını gitmiş, şurada duran senin sümsük muhasebecin değil mi, ona bir sor iyiye gitmiyor senin sarayda işler, ye iç ama dikkat et buralarda görür gibi oldum açlık tanrıçası Fames’i, yoksullarla eğlenmeyi bırakıp bu tarafa doğru gelirse vay senin haline” dedi. Cadı kılığından çıkıp o güzel Demeter oluverdi ansızın. Şaşkın şaşkın bakan Erisihton, “aman tez yakalayın” diye feveran ettiyse de çoktan kayıplara karışmıştı Demeter açık dekoltesini kapatarak.

“Aman, bırakın giderse gitsin dedi Erisihton, haydi oturun dostlarım, bu ormanı da tamam edelim, paylaşalım, aslan payını alayım, şurada çıkan petrolü üçte iki, beşte bir, ne neyse, otuza yarım, hakkaniyet ölçülerimde dağıtalım, ama bu arada canımı sıkmamaya da dikkat etmenizi istirham ederim sizlerden” diye kahkahası bol bir nutuk attı. Demeter’den tiyöyü alan Açlık Tanrıçası Fames de sokuldu sofraya, tabaklara, içki kadehlerine kaşlı göz arasında açlık tozunu serpiştiriverdi.

Emperyalist kendini yiyor

Bilim diliyle konuşalım; doydukça yediler, yedikçe doyamadılar, sonunda mide fesadı denilir bir yapısal bozukluk ormanın Wallstreit taraflarında kar oranlarında düşme eğilimi belirdi. Öteki kösede “bu paylaşma adil olmadı” diyen Çar’ın modern kılıklısı cebinden S-300 sapanını çıkarmaya yeltenirken homurtuların arttığını gören Trump, artık adı her neyse, “kim ulan bunlar nerden çıktı bu sarı yelekliler, kim bu çapulcu kılıklı sergerde takımı, tez Meksika sınırına duvar örülsün, evropa’nın borçları tahsil edilsin, İran’a ambargo konsun” diye bağırıyordu.

Sonunda yerken, içerken bitmeyecekmiş gibi görünen otlakların, ormanın kaynakları tükenince sağa sola saldırmaları kader oldu. Der ki Yaşar Atan “Kendini Yiyen Aç Kral” hikayesinde, “sonunda hiç bir şeyle doymaz olan bu aç kral ülkenin en büyük meydanında bağıra bağıra halktan gene yiyecek içecek dilenirken, açlık duygusu öylesine ağır bastı ki artık dayanamayıp kendini parçalayıp yedi. Ne var ki kralın bu doymazlık illeti, bulaşıcı bir hastalık olarak kendinden sonraki krallara da bulaştı.” (Akdeniz Mitologyasından Efsaneler, Evrensel Basım Yayın. sf.328-331)

Tamam Yaşar Hoca kusura bakma senin hikayeyi biraz berbat etmiş olabilirim ama tanrılar tanrıçalar, bulutların üstünden yere inince böyle oluyor; yine de hikaye aynı hikayedir, bak şu köşeden elinde meşaleyle gelen Prometheus değil mi? İşte bak orman ahalisi de Bella Çav söyleye söyleye geliyor. Şili’lilere bak, hala unutmamışlar Venseremos türküsünü, ya şu taraftan gelenler,

Kim bunlar? “Tanrı paşa bey ağa sultan bizi nasıl kurtarır, bizi kurtaracak olan kendi kollarımızdır” diye ellerinde bayraklarla yürüyen kadınlar da nereden çıktı?

Hangi sakallı Tanrı’nın özgür çocukları bunlar?