1990 yılıydı, ilkokulu henüz bitirmiş anadolu lisesi sınavlarına girmiştim, anadolu liselerinin anadolu lisesi olduğu zamanlardı ve yanlış hatırlamıyorsam Ankara’da böyle sadece üç lise vardı. Birkaç ay sonra sınav sonuçları geldi, kazanmıştım. “Küçük” bir problem vardı ama: Okul gericilerin, yani Cemaat’in kontrolündeydi. Ailemin, “O okul takunyalıların elindeymiş” diye konuştuğunu hayal meyal, netice olarak okula gönderilmediğimi ise gayet net bir şekilde hatırlıyorum.

O zamanlar elbette ki gericili ğin de Cemaat’in de ne olduğunu bilmiyordum ama birkaç yıl sonra öğrenecektim. Ortaokulu bitirdiğim yazdı ve deli gibi kitap okuyordum, elime ne geçerse. Turan Dursun öleli çok olmamıştı ve “Din Bu” adlı kitabı tesadüfen elime geçmişti. Büyük bir heyecanla, çarpılırcasına okuduğumu hatırlıyorum, kitap bittiğinde yaşadığım büyük aydınlanmayı da. Ben Turan Dursun okuyadurayım, mahalledeki arkadaşlarım arasında yeni bir “moda” başlamıştı, haftanın bir iki akşamı neredeyse toplu halde bir yerlere gidiyorlardı. Bir gün “Nereye gidiyorsunuz?” diye sorduğumda, “Sohbet”e diye yanıt verdiler, “Üniversiteli abiler geliyor, çay içiyoruz, dinimizi anlatıyorlar, derslerimize yardım etmeleri için başka zaman yanlarına gidiyoruz, kitap veriyorlar.”

Bir sonraki “sohbet”e ben de gitmek istediğimi söyledim, bizden birkaç yaş büyük “mahalle abileri”nden biri “Tamam” dedi ve gittik. Sadece erkeklerden oluşan bir toplamdı, “abiler” karşılarındakilerinin çocuk olduğunun bilinciyle siyasete dair hiçbir şey söylemiyor, “peygamberimizin güzel ahlakı”ndan vs bahsediyorlardı. Çıkışta evin kütüphanesine bakarken, gözüme “Gerçek Din Bu” adlı bir kitap ilişti, arka kapağa baktığımda Turan Dursun’a yanıt için yazılmış olduğunu anladım ve ev sahibine kitabı ödünç alıp alamayacağımı sordum. “Sana biraz ağır gelebilir” dediğini, benimse “Ben Turan Dursun’un Din Bu’sunu okudum, bunu da okurum” gibi bir yanıt verdiğimi hatırlıyorum. Yüzündeki ifadeyi tam tarif etmem mümkün değil: Şaşkınlık, inanmama, biraz öfke…

Kitabı aldım ve okumaya başladım, henüz ilk gençlik yıllarımda olmama rağmen, iki kitap arasındaki farkı gayet net bir şekilde görebiliyordum, Süleyman Ateş’in Gerçek Din Bu’su, Turan Dursun’a yanıt olmanın fersah fersah gerisinde, son derece basit ve sıradan bir kitaptı. Kitabı mahalledeki arkadaşlarla gönderdim ve bir daha da “sohbet”lere gitmedim. Oyunların yerini yavaş yavaş hayatı, kızları ve siyaseti konuşmanın yerini almaya başladığı o yaz, uzun akşamlar boyunca dini de konuştuk, günlerce tanrının olup olmadığı üzerine tartıştık. En sonunda arkadaşlarımın ailelerinden biri, beni “Sizin oğlan çocukların beynini yıkıyor” diye aileme şikâyet etti ve tartışmaları sonlandırmasak da “kamusal” olmaktan çıkardık, gizli gizli tartışmaya devam ettik.

Sonrasında Cemaat ve Cemaat’ler olgusu her yerde karşıma çıkacaktı; lisedeki öğretmenlerin anlattıkları derslerde, üniversiteye hazırlık için yapılacak dershane seçiminde, “O dershanede soruları veriyorlarmış” muhabbetlerinde… Sahiden de 90’lar Türkiyesi’nde Cemaat dershanelerinde sınavdan önce soruların bir kısmının ya da tamamının öğrencilere verildiği, herkesin, hepimizin bildiği ama kimsenin bir şey yapmadığı bir “milli sır”dı. Bilinir, konuşulur ve bir sonraki sınava kadar unutulurdu. Meselenin soruların çalınmasından ibaret olmadığını üniversiteye başlayınca anlayacaktım. Kayıt zamanı hem okulun önü hem otobüs ve tren garı birer “Cemaat’ler panayırı”na dönüşür, özellikle taşradan büyük şehre okumaya gelmiş yoksul aile çocuklarına yurt ve burs vaadiyle otobüsten ya da trenden iner inmez “kanca” atılırdı. Özellikle taşrada, çocuğunu okutmak isteyen bir ailenin Cemaat/lerden başka bir şansı yoktu adeta. Dershaneler, yurtlar, burslar, evler… Devlet eğitim alanından çekildikçe, eğitim özelleştirilerek paralı hale getirilip kapılar yoksul halk çocuklarına kapatıldıkça gericiliğin attığı kancaya düşmek kaçınılmaz hale geliyor, çaresizce boyun eğiliyordu. 1990’dan bu yana 26 yıl geçmiş, sol düşmanlığıyla yol verdikleri, önünü açtıkları İslamcılığın iktidarda olması bir yana, iki İslami fraksiyondan birinin, iktidarda olanı askeri darbe aracılığıyla devirmeye giriştiği zamanlara gelmişiz. Türkiye Cumhuriyeti çoktan “şeyhler, dervişler, müritler” memleketi olmuş, yoksul halk çocukları birer robota dönüşmüş, vaizlerin, imamların saltanatına uşaklık etmeye başlamış, dinselleşme memleketin sonu olmuş.

Bu bir çöküş manzarası, sömürü düzeniyle gericiliğin işbirliğinin ülkeyi getirdiği yer burası. Çıkış mı? Çöküşün kökenleri sol düşmanlığındaysa, çıkış da solda. Solun kaderiyle ülkenin kaderi bugün bir kez daha kesişmiş durumda. Ya buradan toplumsallaşmış, güçlü bir sol çıkacak ya da çöküş hızlanarak devam edecek.