HATAY GEZİSİ NOTLARI
Korkarak dünyaya bakmak...

Antakya hakkında güzelleme yapmak isteyenler bölgenin çok kültürlü yapısından söz ederler ve barışın, hoşgörünün kentinde olmanın erdemlerinden/hazzından söz açarlar. Eğer salt turistik bir gözle bakmaya niyetiniz varsa, Uzun Çarşı yakınında yeni planlanmış ve hayli çekici butik otellerden birinde kalırsınız ve sabah sahiden ezan sesi, çan sesi birbirine karışmış uyanırsınız. Üstelik hiç kimse birbirinin inancına karışmaz ve Havra, Cami, Kilise bir arada bulunur. Şaşırtıcı bir gerçek olarak karşınızda durur. Dünyaya dair umudunuz yeşerir.

Hoşgörü sözcüğünü sevmem, birinin eksikliğini/hatasını görmezden gelme, affetme türü bir anlam içerir. Eşit yurttaş olma, fikir, ifade özgürlüğünü savunma noktasında tehlikeli bir kavramdır. Antakya için ‘hoşgörü kenti’ tarifini yapmak, beraberinde ‘kim kimi hoş görüyor?’ sorusunu da getirir. Bölgenin çeşitli ve hayli ilginç etnik, dini, mezhepsel yapısını göz önüne alınca bu ‘hoşgörünün’ nasıl oluştuğunu da anlarsınız.

HALKINDAN KORKAK DEVLET!
Arap nüfus Sünni, Alevi, Hıristiyan olarak üçe ayrılmıştır bölgede. Ayrıca Türkmenler (Sünni) bulunmakta… Kök olarak bakıldığında bölgenin ağırlıklı kimliği Arap-Alevi’lerden oluşur. Cumhuriyetin kuruluş aşamasının en tartışmalı merkezi olan Hatay ve çevresi hem Fransız egemenliğinde kalmış bir süre, hem de bağımsız, geçici bir cumhuriyet süreci, yaşamıştır. Nihayetinde büyük bir çoğunlukla Türkiye’ye katılma kararı vererek, neredeyse tekçi anlayışa gönülden teslim olmuş, hatta bu korku ikliminde ihanet eden olmadığını kanıtlamak için aşırı gösterilerde de bulunmuştur. Neden?

Hala MGK(Milli güvenlik kurulu) kararlarında bölgedeki Arap nüfusun Türkleştirilmesi resmi devlet aklı olarak kayıt altındadır. Gün gelir de bir ihtilaf halinde buradaki insanlar bize ihanet ederse kaygısı, tıplı Kürt sorununda olduğu gibi, hastalıklı devlet bakışında yaşamaktadır. Oysa bölge insanı özellikle eşit yurttaş hakkını elde ettiğini düşündüğü cumhuriyete, onun laik ve görece özgür koşullarına gönülden teslim olmuştur. Çok sesli, çok kültürlü yaşamak bu insanların doğasında bulunmaktadır. Ama Afganistan’dan gelen koyu İslamcıları bölgeye yerleştirerek demografik yapıyla oynamak yukarda söz ettiğim kafanın tipik uygulamasıdır. Özal yurtdışından gelen bu İslamcılara, yüzde yüz kendi yurttaşlarından daha çok güvenmiştir.

GÜN GELDİ SURİYE KAVGASI KAPIYI ÇALDI
Şimdi küresel ortam bölgeyi dünyanın merkezi haline getirdi. Hemen Suriye’nin yanı başında yaşayan insanların bir kısım akrabası da kuşkusuz sınırın öte yanında. Uzun yıllar PKK sorunundan dolayı gergin süren ilişkiler cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in tek yurtdışı seyahatini Suriye’ye yapmasıyla yeni bir sürece doğru yelken açılmasını sağladı. Erdoğan bölge barışı adına hemen bu kapı komşusuyla iyi ilişkiler kurdu ve vizeler kalktı, sınır açıldı ticaret ve insani ilişkiler gelişti. Bölge halkının baharı o gün başladı. Yeni ticari atılımlar gerçekleşti ve akrabalar arası ilişkiler güçlendi. Yeni bir sayfa açılmıştı.

Savaş çığlıklarının atılması ve ilişkilerin en gergin aşamaya gelmesiyle yepyeni bir kaos ortamı doğdu. Şimdi uzun yıllardır kendisine kuşkuyla bakılan insanlar fikirlerini, gördüklerini açıklamaktan çekiniyor. Öyle bir baskı ortamı var ki, tek doğru müdahaledir, mutlaka kan akmalıdır dayatması karşısında büyük çaresizlik içinde yaşıyor halk. Oysa bu tür durumlarda birden fazla bakış ve gerçek olabilir. Kendi haklarını, halkların kardeşliğini suç sayan bir siyasi ve ideolojik ortamla karşı karşıyayız.

ESAD’I SAVUNMADAN BARIŞI SAVUNMAK
Türkiye ve dünya medyası öyle bir dil ve iklim yaratıyor ki, tek aykırı söz etmek diktatörü savunmak anlamına geliyor. Başka bir yerden bakmak olası değil gibi, dayatma karşısında çaresizlik büyüyor. Halkın önemli bir kısmının Arap-Alevi olması, sanki bu kitlenin Esad’çı olduğu izlenimi doğrularak gerçeklerin tartışılması engelleniyor. Oysa bölgenin ciddi bir Hıristiyan-Arap nüfus var ve onlar da gelişmelerden kaygılı. Üstelik muhalif görünen kitlenin tabanı nereye dayanıyor, kimdir bu kişiler ve temsil yeteneği nedir, sorulamıyor bile! Ama en acısı Türkiye’nin çıkarını korumanın suç sayılması… Garip bir kavramsallaştırmaya bölgenin ülkenin mahkum kılınması. Örnek ‘Butik devlet mi?’ olalım sorusu. Kaç zamandır bir süpermarket ve iyi pazarlanan yapıda olduğumuz ortada gerçi!

Eğer ifade özgülüğünden söz edeceksek, buna cesaretimiz varsa, insanları mezheplerinden, dinlerinden, etnik kökenlerinden dolayı susturmayı ayıp saymalıyız ve lanetlemeliyiz. Kişiyi istemi/tercihi dışında tarif ederek insanlık suçu işlemekten vazgeçmekle işe koyulmak gerek.

Kimi iyi niyetli, kimi fırsatçı kalemler bir de böyle düşünse…

(Antakya’dan yeni geldim. Yarın izlenimlere devam edeceğim.)