“Hegemonya” kavramını literatüre faşizmin zindanlarında onlarca yıl yatmış olan İtalyan komünist ve siyasetçi Antonio Gramsci armağan etti. Gramsci basitçe şunu söylüyordu: ‘’Kapitalist toplumda iktidar sadece zor mekanizmalarına yaslanarak işlemez, kitlelerin rızasının alınması gerekir.”

Dolayısıyla hegemonya, “rıza artı zor” anlamına geliyor ve modern iktidarların işleyiş biçimini tarif ediyordu. Egemenler, modern zamanlarda artık sadece sopayla yönetmiyorlar, dinle, milliyetçilikle, sınıf atlama vaadiyle, tüketimle, eğitimle, askerlikle kitlelerin rızasını da elde etmeye çalışıyorlardı.

Bugünün Türkiye’sinde de iktidarın hegemonyası rıza ve zor mekanizmalarıyla birlikte işliyor ama hegemonya sadece rıza mekanizmaları üzerinden ve zor kullanmaksızın üretilemiyor, aksine çubuk giderek artan oranda zora bükülüyor, ilk bakışta çelişkili olarak görülebilecek bir ifadeyle söylersek, rıza zor aracılığıyla üretilmek isteniyor.

Ne demek istediğimizi hemen açalım: “Çözüm süreci” masasının devrilmesinden beri, ülkenin bir yeri yangın yeri, çözüm için zor devrede ama bu zor, ülkenin geriye kalanında kitlelerin rızasını üretmek için kullanılıyor, “kurşunlu siyaset” buna hizmet ediyor.

“Vatan savaşı” söylemiyle doğrudan iktidar partisine oy vermeyen ulusalcı ve milliyetçi kitlelerin iktidarın arkasında hizalanmasından tutun da, “ümmet adına gaza” söylemiyle iktidarın kendi tabanını konsolide etmesine kadar uzanan bir genişlikte, savaş bir rıza üretme aracına dönüşmüş durumda ve hegemonya esas olarak buradan sağlanıyor.

Dahası, savaş aracılığıyla, dokunulmazlıklar üzerinden parlamento işlevsizleştirilip başkanlığa giden yolun taşları döşenirken, CHP siyasetsizleştiriliyor ve dokunulmazlıklar konusunda iktidarla aynı yerde durmak gibi bir pozisyona mahkûm ediliyor. Milliyetçilik silahı elinden alınan MHP’nin altı oyuluyor ve parti bir kaos içerisinde sürükleniyor. “Çözüm süreci” açısından işlevsel olan HDP, silahlar konuştukça söz söyleyemez hale geliyor ve kriminalize edilip siyaset sahnesinin dışına itilmek isteniyor.

Ölümler ise zor üzerinden rıza devşirmenin en basit ama en işlevsel aracı olma niteliğini taşıyor, “kurşunlu siyaset”, “tabutun üzerindeki el” ile taçlandırılıyor. Ölümün rantı o kadar çok, o kadar işlevsel ki, on dört yıllık bir iktidar, ölümlerin sorumlusu olarak ana muhalefet partisini gösterebiliyor, ana muhalefet partisi liderinin güvenlik görevlilerinin cenazelerine katılması engellenmek isteniyor, önüne kurşun atılarak “Öldürürüz” mesajı veriliyor, velhasıl rejim kurşunların ve tabutların üzerinde yükseliyor.

“Adımız terörle yan yana anılmasın” tuhaflığıyla parlamentonun devre dışı kalmasını hedefleyen başkanlığın yol haritasına “Evet” diyen CHP yönetimi, bundan herhangi bir ders çıkarıyor mu peki? Kılıçdaroğlu ve kurmayları yarın gönüllü olarak askere yazılsa, rejimin onları “terörist” olarak kodlamaktan vazgeçmeyeceğinin, adlarını her durumda “terör”le yan yana yazacağının farkındalar mı? Sanmıyorum. Sanmıyorum ama bunun niye böyle olduğunu yine de anlatmaya çalışayım.

Her rejim inşası, bir “kurucu öteki”ne ihtiyaç duyar, kendisini kurabilmesi için kendisinin anti-tezi olarak bir yeri işaret etmesi, kendisinden öncesini “şeytanlaştırması”, “mutlak kötü” kategorisine sokması gerekir. Nasıl ki 1923 Cumhuriyeti için Osmanlı böyle ise, “yeni-Osmanlı“ için de Cumhuriyet ve onun kurucu partisi olarak Cumhuriyet Halk Partisi böyledir. Siyaseti bütünüyle “dost-düşman” eksenine indirgeyen rejim için CHP, ne yaparsa yapsın “düşman” olarak kodlanmaktan kurtulamayacaktır. Çünkü CHP’nin “düşman” olarak varlığı, rejim inşası açısından işlevseldir. Çünkü rejim, kitlelere CHP’yi işaret ederek, laikliği, aydınlanma fikrini ve cumhuriyet değerlerini hedef tahtasına oturtmakta ve bunları itibarsızlaştırmakta, toplumu dinselleştirme projesini bu “düşmanlaştırma” siyasetine dayandırabilmektedir.

Üstelik tüm işaretler, başkanlığa doğru gidilirken bu düşmanlaştırma siyasetinin yoğunlaşarak devam edeceğini göstermektedir. CHP Genel Başkanı’nın önüne atılan kurşun da, Ankara’nın her tarafının “terörle işbirliği yapan CHP” afişleriyle donatılması da, rejimin tepesindeki hiç kimsenin kurşun hadisesini kınamaması da bunun çok açık bir göstergesidir.

O halde, “düşman” ilan edilenlerin bunu görmezden gelmekten ve muhalefeti “normal” koşullardaymışız gibi yapmaktan vazgeçmesinden başka bir çıkar yol yoktur. Eğer siyaset bizzat rejimin sahipleri tarafından “dost-düşman” ekseni üzerine oturtulmuşsa, rejime gerçek bir muhalefetin yolu, düşman ilan edilenlerin, bu ilanı kabulünden ve buna uygun bir siyaset icra etmelerinden geçmektedir.