AKP ve MHP yönetimi, “kurultayın engellemesi karşılığında referanduma destek” diye özetleyebileceğimiz bir pazarlık sürecini yürütüyor gibi görünüyorlar

Mahkeme salonlarının nicedir iktidar savaşlarının arenasına dönüştüğü, yargının bütünüyle siyasallaşıp farklı güç odaklarının hizmetine girdiği, hukukun rejim inşa sürecinin en önemli araçlarından biri haline geldiği böylesi bir konjonktürde, MHP’nin bundan azade olması düşünülemezdi şüphesiz ve yaşananlar da öyle olmayacağını gösterdi zaten.

Kurultaya gidilmesi için kayyum atanması, MHP yönetiminin yerel mahkemelerden süreci durdurma kararı alması, meselenin Yargıtay’a taşınması, tarih olarak 15 Mayıs belirlendiği halde Yargıtay’ın henüz bir karar vermemiş olması derken, haftanın son iş günü ve mesai saatinin bitmesine bir saatten daha az kala, Ankara’da bir mahkemeden “kurultay yapılabilir” kararı çıktı.

Normalde alınan karara “geç de olsa adaletin tecelli etmesi” olarak bakabilir ve buradan hukukun halen iyi kötü işlemeye devam ettiği sonucuna varabilirdik, oysa mesele bu değil. Yargıdan o gün ve o saatte böyle bir kararı hangi gücün çıkarabileceği “herkesin bildiği bir sır” aslında. Yaşananları yakından takip edenlere göre, ağır darbeler almasına rağmen yargıdaki gücünün önemlice bir bölümünü muhafaza eden Cemaat, bir “son dakika hamlesi” yaptı ve “kurultay yapılabilir” dedi.

MHP yönetimi de iktidar partisi de böyle bir hamleyi bekliyordu ki, anında bir yanıt verdiler ve Gemerek’teki mahkemeden, Ankara’daki mahkemenin Gemerek’teki mahkemenin kararını geçersiz sayan kararının geçersiz olduğunu ilan eden bir karar çıkarttılar!

Cümlenin karmaşıklığından da anlaşılacağı üzere durum “karışık” ve bu karışıklık hukuki değil baştan aşağı siyasi bir nitelik taşıyor. Yukarı da belirttiğim üzere iktidar savaşları hukuk aracılığıyla, mahkeme salonlarında veriliyor, yargı kararları güç ilişkilerinin doğrudan yansımasını teşkil ediyor.

Peki bu iktidar savaşlarını nasıl okumak, MHP kurultayını hangi bağlama yerleştirmek gerekiyor? Bu sorunun yanıtı daha önce de defalarca kullandığımız “rejim” ve “rejim değişikliği” kavramlarında gizli. AKP sözcüleri, toplumsal tepkileri minimize etmek için istedikleri kadar “rejim değil, sistem sorunu var” desinler, hayır ortada çok açık bir şekilde rejimi değiştirme niyeti ve dolayısıyla bir rejim sorunu var. Bu değişikliğin prosedürü ise belli: Anayasadaki kimi hükümleri, örneğin “cumhurbaşkanı seçilen kişinin partisiyle ilişiği kesilir” hükmünü değiştirip referanduma götürmek.

Peki bu nasıl olacak? AKP’nin 316 milletvekili varken ve gereken 330 sayısına ulaşmak için en az on dört kişiye daha ihtiyaç duyuluyorken, anayasa nasıl değiştirilecek?

İşte burada MHP devreye giriyor. AKP ve MHP yönetimi, “kurultayın engellemesi karşılığında referanduma destek” diye özetleyebileceğimiz bir pazarlık sürecini yürütüyor gibi görünüyorlar. Havuzun manşetten Bahçeli güzellemeleri yapmasından tutun da, Bahçeli’nin “iktidara bugüne kadar sunduğumuz fiili desteği hukuki desteğe çevirebiliriz” açıklamasına ve kulislerde konuşulan “AKP-MHP koalisyonu” iddialarına değin, bu pazarlığın gerçek olabileceğine dair güçlü veriler var elimizde.

Bu, işin birinci boyutu; ikinci boyutta ise daha uzun vadeli ve MHP’yi de aşacak bir şekilde Türk sağının bütününü ilgilendiren bir mesele var. İktidar partisi, geriye kalan 14 yılda merkez sağı bütünüyle siyaset sahnesinden sildiği gibi Milli Görüş’ün son partisi olan Saadet Partisi’ni de marjinalize etmeyi başardı. Cemaatle verilen kavgada zaten güçsüz olan BBP de bölününce, AKP dışında geriye tek sağ parti olarak MHP kaldı.

Yaklaşık %60 oranındaki sağ seçmenin iktidar partisine bir alternatif arayışına girdiğinde yöneleceği tek partinin MHP olduğu 7 Haziran seçimlerinde görülmüş, MHP % 16 civarında bir oya ulaşmıştı. Ancak, seçim sonuçları fiilen geçersiz sayılıp tekrar seçime gidilme kararı alındıktan sonra, iktidar partisi, stratejisini Türkiye toplumunu Kürt sorunu üzerinden kutuplaştırmak ve böylelikle sağ seçmenin gerisini de kapsamak üzerine kurdu. Çözüm masası devrildi, çatışmalar yeniden başladı ve milliyetçilik iktidarın söyleminde o güne kadar hiç olmadığı kadar kendine yer bulmaya başladı.

İslamcı söyleme eklemlenmiş militarist bir milliyetçiliğin, devlet aygıtını kontrol etmenin bütün olanaklarını kullanan iktidar partisi tarafından sağ seçmene güçlü bir şekilde iletilmesi, MHP’nin varlık zemini yitirmeye başlaması ve seçmenin hızlı bir şekilde AKP’ye kayması demekti ki, sahiden de öyle oldu. Oylar tekrar iktidar partisine döndü ve MHP yaklaşık dört ayda tam kırk vekil kaybetti.

Milliyetçiliğe oynamanın başkanlık hedefli yol haritasına uygun olduğunu tecrübe eden iktidar partisi, seçimlerden sonra da stratejisini devam ettirdi ve çatışmalar derinleşip söylem sertleştikçe, kendi tabanı dışında kalan sağ kitlelerin de başkanlığa ikna olacağını gördü. Dolayısıyla bir rejim değişikliği için MHP’deki “düşük profilli” yönetimin iş başında kalması, MHP seçmeninin “başkanlığa evet” demesi için bir zorunluluktu.

Yaşanacak bir genel başkan değişimi ise sağda yeni bir rüzgâr yaratabilir ve iktidar partisinin alternatifsizliği algısını sonlandırabilir, olası bir erken seçimde başkanlık için gereken vekil sayısına ulaşmayı engelleyebilirdi. Velhasıl, kısa vadede partili cumhurbaşkanlığına evet dedirtebilmek, uzun vadede ise tek parti iktidarına meydan okuyabilecek güçlü bir sağ partinin siyaset sahnesinde yerini almasının engellenmesi için kurultay sürecine müdahale gerekiyordu, ki müdahale de edildi zaten.

Bu yazının yazıldığı saatlerde gelen bilgilere göre, valiliğin “kurultay yapılmayacak” talimatı uyarınca polis kurultayın yapılacağı oteli TOMA’larla kuşatmış durumdaydı, muhalifler ise “yarın ne olursa olsun” orada olacağız minvalinde açıklamalar yapıyorlardı. Bu durumda hem muhaliflerle polisin hem de muhaliflerle yönetim yanlılarının karşı karşıya gelmesi kaçınılmaz görünüyor. MHP’de şimdilik kurultay yapılamayacak belki ama kriz devam edecek, ok yaydan fırlamış durumda ve süreci yavaşlatmak mümkünse de durdurmak imkânsız, hem MHP’de hem Türk sağında birtakım kırılmalar kaçınılmaz çünkü artık.