Geçen yıl 1 Mayıs kutlamalarından sonra, bu günlerin kutlama ile birlikte “hesaplaşma” günleri olması gerektiğini yazmıştım.

Yalnız kıyamet değil
Bilene her gün hesap günüdür
Hesap soranların da
Hesapları sorulur


Geçen yıl 1 Mayıs kutlamalarından sonra, bu günlerin kutlama ile birlikte “hesaplaşma” günleri olması gerektiğini yazmıştım. Son yılın, ya da yılların neleri getirdiği neleri götürdüğüne ilişkin bir hesaplaşma. Aradan bir yıl geçti ve 1 Mayıs yine çok görkemli biçimde kutlandı; bana da hesaba oturmak düştü.
Tabii, ilk önce nelerin ve nasıl kayda alınacağı meselesi var karşımda. Örneğin resmi “muhasebenin” kayıtları gibi, işsiz sayısının, yoksul sayısının azaldığı, iş kazaları ve ölümlerin kader olduğu, çalışma yaşamındaki kuralsızlığın hukuk devleti ile bir ilişkisinin bulunmadığı normal kabul ediliyorsa, mesele yok hesabımız temiz.
Yok, bu son yıl içinde işsizler, işten çıkarılanlar, kayıtsız çalışanlar, çalışan yoksullar, çalışma koşulları, yasa uygulamaları, sendikalaşma açısından ne değişti diye soruyorsak, hesap yapmak da, altından kalkmak da zor görünüyor.
Ya da, muhasebe kuralları içinde emeğin yerinin yılda bir gün meydanlar, 364 gün çalışmak olduğu, giremediği karar organlarında alınan kararlara itaat etmesi gerektiği, demokrasi diye kendinden olmayanları seçmekten başka bir şey yapamayacağı “normal” bellenmişse, bilançomuz yine temiz; alnımız ak, yola devam.
Ama, bunlara itiraz ediyorsak ve etmemiz gerekiyorsa, bilançomuzun kimselere gösterilecek hali yok demektir. İşimiz daha da zor!
Ve işte o zaman, yaptığımız hesapta aklanmak için meydanları doldurmanın, coşku ve sevinç yaşamanın yetmeyeceğini kabul etmemiz gerekiyor. Bunları yapalım; ama bunları yaparken daha sonraki yıllara aynı  “umutsuz” bilançoyla gelmemenin yollarını da arayalım. Bunun için de, bilançoyu dönüştürmenin, böyle bir güce ulaşmanın yollarını aramaktan başka çare yok. Kısacası siyasal bir mücadeleye hazırlanmak gerektiği ortada.
Yaptığım hesabın ilk sonucu bu; kabul edilir edilmez bilemem. Ama gerçekten kutlama yapmak isteniyorsa, insanın, emeğin, doğanın, toprağın hak arayışını siyasete taşımanın, fikri-mantığı, dili-söylemi, yolu-yöntemi bulunmalı diyorum.
İkinci bir sonucu da, yaşananlardan, meydanlardan ve sokaklardan çıkarıyorum. Son zamanlarda canı yanan ve derdini anlatamayan birçok insan ve çeşitli toplumsal kesimler sokaklarda. Bir yazımda “Türkiye seçime, insanlar sokağa gidiyor” diye de yazmıştım. Bakın 1 Mayıs kutlamalarına; yalnız işçiler değil, her kesimden insan katıldı. Eğitim derdine düşmüş öğrencisi ve öğretmeni, mesleğini korumak isteyen doktoru, mühendisi, ataerkil toplumun kıskacındaki kadını, toprağının, suyunun peşindeki köylüsü, doğanın elden gittiğine kaygılanan çevrecisi, düşünce özgürlüğüne set vurulduğunu gören yazarı, çizeriyle toplumun birçok kesimi meydanlara aktı. Birçok kesim buluşmak, dayanışmak ve umut tazelemek için bir araya geldi.
Bu insanların önemli bir kısmı da işçi değil; ama hepsine birbirine bağlayan bir bağ var; hepsi toplumsal emek, hepsi toplumsal emeğin bir parçası. 
Kapitalizm, yalnız emeklerine değil, yaşam kaynaklarına da el koymakta. Bu nedenle hepsi emek olduğu gibi, hepsi kapitalizmle çatışma içinde. Ve onları ve emeği parçalara bölen, kendinden uzaklaştıran kavramlara değil, her tür emeği bir araya getirebilecek kavramlara ihtiyaç var. Bu arayışta bazen “insan-emek”  gibi bir kavramlaştırmayı düşünsem de, Hardt ve Negri’inin kullandığı “toplumsal emek” kavramı daha anlamlı ve uygun görünüyor.
İşte bu nedenle, hem 1 Mayıs’ın artık “işçi sınıfı” adına değil, “toplumsal emek” adına anılması ve kutlanmasını öneriyorum hem de emek adına konuşan, yazanların bu değişimi hesaba katacak analizler yapmasını bekliyorum. Bunu ben demiyorum; sokaklara dökülen, meydanlara toplanan kalabalıklar diyor; görmek, anlamak gerek. 
Taksim’de “en büyük çılgınlık devrim” diye bir pankart vardı; onu da çok beğendim ve düşündüm. Bilinenleri tekrarlamanın, geçmişi anmanın veya bilinmeyen bir tarihi beklemenin çılgınlıkla ve devrimle ne ilgisi olabilir diye düşündüm. Kendimce, asıl devrimin, bugüne, bu insanlara, bu ihtiyaçlara cevap verecek fikir, söylem ve politikalar üretmek, en azından bunu aramak olduğu sonucuna vardığımı da söylemeliyim.
Bugün küresel-sosyal sisteme dönerek hegemonyasını hem güçlendiren hem görünmez kılan kapitalizme, milli irade diye iktidarını mutlaklaştıran siyasal iktidara, insan haklarını hiçe sayan demokrasi anlayışına, eril değerleri normal, iyi, doğru, akılcı diye kabul ettiren ataerkiye, yeryüzüne ve doğaya aldırmayan kazanç hırsına, doğal kaynakların mülkiyet iddiasıyla birkaç kişinin cebine girmesine, hukuk diyerek adaletin yok edilmesine karşı bir dolu insan var. Aslında çoğunluk veya kalabalıklar burada. Ama kendi aralarında bin bir parçaya bölünür, umutlar da devrime kadar ertelenirken, görüldüğü gibi azınlığın galibiyeti de, hegemonyası da zor olmuyor.
Kalabalıklara da dertlerini sokaklarda anlatmak düşüyor; direnişlerden çare bekliyorlar. Ne yazık ki, çok zaman o çare de gelmiyor. Emeği düşünün. Yılda bir kez bir araya gelip 1 Mayıs’ı kutlayıp, umut tazeliyorlar. Ama evlerine, işlerine, ofislerine döndüklerinde onları bekleyen koşullar değişmiyor. Bugünün ve yarınların umudunu değil, yarınların bugünden daha da kötü olacağı kaygısını taşıyorlar.
Bu nedenle onlara devrimden söz edenlerin da bir hesaba oturması gerekiyor. Bu insanlara devrimi değil, ihtiyaçlarına yanıt olacak, hayalleri ve ütopyalarını gerçek kılacak fikirler, yollar, politikaları söyleyebilmek gerekiyor; kalabalıkların buna ihtiyacı var. Ve çılgınlık da, devrimde şimdi, burada, bu insanların tümü için vaat edici bir umudu yeşertmekte!