Mersin’de Özgecan’ın evini ziyarete gittiğimde, gök delinmiş, buz kesmişti dört yan. Bu Akdeniz kentine bunca zamandır yolum düşer, böylesini görmedim. Demek doğa olan biten karşısında öfkesini böyle gösteriyor. “Sonumuz felaket olacak” diyenlere bir yanıttır bu. Daha ne olsun… Bir gencecik kadın, sapık katillerce öldürülüyor ve hala dünya dönüyor. Aslında biz öyle sanıyoruz. Dünya o bildiğimiz dünya değil artık. Çocuklar toprağa daha bir hızlı düşüyor, herkes olan bitene daha bir kolay alışıyor ve artık dengeyi kuracak bilgelerin sözü işitilmiyor bile. Acı koyu…

Özgecan’ın babasının elini tuttuğumda garip bir ermişin sıcaklığını hissettim. Artık bu dünyadan vazgeçmiş, ruhunun derinlerini dinliyor ve kızının bir melek olduğuna inanarak bir başka yerden bizi gözlediğini mırıldanıyordu. Sabır, tevekkül, ruhsal erginlik kavramları boş gelir bana. Çocuğu elinden çalınmış babanın herkese isyan hakkı vardır ve buna tanrı dahildir. İyinin, güzelin yanında olması gerekirken yalnız bırakmıştır bir genç kızı ve duymamıştır haykırışlarını tanrı. Belki o da çaresiz kaldı bu vahşet karşısında. Şeytanın aklı bu kez galip geldi… Benimki acının sayıklaması…

Annenin gözleri kurumuştu akmaktan. Yüzüme bakıyordu ama görüyor muydu emin değilim. Anne acısını daha açıktan döküyordu ortaya. Ona hangi söz pansuman olacaktı ki? Çok kalamadım yanında. Ellerine dokundum şöylece. İnsan tuhaf varlık. Elde olmadan kendini, ailesini düşünüyor ve “böyle bir hal başa gelse ne yaparım,” diye geçiriyor içinden… Ölümün ağırlığı, vahşetin büyüklüğü ve kentin soğuğu birbirine karışmıştı. Kentte büyük bir sessizlik ve keder vardı. Sanki koca kent; sonunu, felaketini bekliyor ve bunu hak ettiğine inanıyordu. Lanetli günlerden geçiyoruz…

Kapıdan çıkarken; Özgecan’ın bir akrabası geldi yanıma. “Sizi yakından tanıyorum. Az önce bir defter buldum, onu göstermek istedim” dedi. Yaşlı gözlerine, yeni ve hayretle bir acı daha yerleşmişti. Bir defter, kaplanmış, hani bizim gençliğimizdeki gibi. “Artık defter kaplayıp, etiket yapıştıran kaldı mı?” diye düşündüm. Özenli olduğu belli Özgecan’ın. Adını, soyadını, okulunu, numarasını ve kan grubunu yazmış genç kadın. En çok kan gurubuna baktım 0Rh+. Demek başına bir kaza gelirse, yardıma koşanlar müşkül durumda kalmasın, diye düşünmüş. Oysa sesini; ne o kent, ne bu ülke, ne koskoca dünya duydu o gün… Muhtemelen tanrının en zor günüydü. Şeytan sazı eline almış, dünyayı cehenneme çevirirken, çaresiz kalmıştı… Genç kız psikoloji birinci sınıf öğrencisiydi. Defterin üstüne bir not almış: “Ölüm içgüdüsünün önemli türevi saldırganlık dürtüsüdür” diye. Dilim damağım kurudu, yutkundum, hızla yürüdüm.

Her tür kepazeliğin, dalkavukluğun yaşandığı şu günlerde yaşamın hakikati adına bu tanıklık çok etkiledi beni. “Ne için yaşar insan?” Şan, şöhret, para, pul, iktidar için mi? Belki kimi için böyledir. Ama erdemli kimse; tüm dünya nimetlerine mesafe koymayı bilen, ruhunu ve düşüncesini demlemeyi başarandır elbet. Çok zor. Ekran karşısına geçip, delirmemek olası değil. Her gün bir başka ikiyüzlülükle karşımıza çıkanlara tükürmeyi istemek tuhaf değil. Hele ki o yalancılar yok mu o yalancılar…
Kuşkusuz hiçbir toplum baştan aşağı iyi veya kötü değildir. Ancak yazılı ve geleneksel etik ölçütler/kurallar vardır. Buna uymayan eleştirilir, yeri gelince ceza görür. Bizde sahte davalar açmak, işkence etmek, yalan söylemek, insanları döverek gün ortasında öldürmek, yakmak, kapalı kapılar ardından görüşmeler yapmak, dalkavukluk günlük sıradan hallerden oldu. Tüm bunları kanıksayan toplum “Özgecan Tecavüzü/Cinayeti”nin acısını derinden duyamaz. Katilin selfie çekip poz vermesini yadırgamayan insanlar cumhuriyeti burası!

Düşünce dünyası gelişmeyen toplumlar, ucuz kalemşörleri bir halt zanneder. Bir yerden gelen talimatla yazan kimse ne gazetecidir, ne yazar, ne de düşünür! İktidara emanet ettiği kişiliği giderek oyuncak olur ve sonra çöpe savrulur. Kabataş bir yalandı, camide içki olayı yalandı… Ama çocukların işkenceye/tecavüze uğrayarak ölmesi hakikat! Dalkavuklarla memleketin hakikatini konuşmak ne mümkün! Lağım çukurunda hep birlikte debelenip duruyoruz, bir kere düştün mü içine boka batmamak olanaksız!