Türk sağının söyleminde “yerlilik” ve “millilik” iddiası merkezi bir yer tutar. Türk sağı kendisini “millet”in ve “milletin değerleri”nin hakiki temsilcisi olarak sunar, kökünün bu topraklarda olduğunu, savunduğu fikirlerin ayaklarını bu topraklara bastığını iddia eder. Buna mukabil, kendisi dışında kalanlar ne yerli ne de millidir, millete ve onun değerlerine yabancılaşmışlardır; dahası, dış mihrakların uzantıları, ajanları, işbirlikçileridirler. Türk sağı, onlarca yıldır solcuları marjinallikle, sapkın fikirlere sahip olmakla, yabancı ülkelere hizmet etmekle, vatan hainliğiyle yaftalamış ve bunda da başarılı olmuş, halkın önemlice bir bölümünü buna inandırabilmiştir.

Oysa gerçekliğin bununla uzaktan yakından ilgisi yoktur. İşbirlikçilik, ihanet, ajanlık gibi saçmalıklar bir yana, solcular bu ülkenin, bu toprakların özbeöz çocukları, özbeöz insanlarıdırlar. Ulusaldan yola çıkarak evrensele ulaşmak diye bir şey varsa, bunu ancak yüzünü sola dönmüş aydınlar, yazarlar, sanatçılar, yönetmenler, şairler romancılar yapabilmiş, bu ülkenin insanını hem bu ülkeye hem de dünyaya anlatmışlardır.

Nâzım bir “memleket şairi” değil midir mesela, bu ülkeyi ve insanını onun gibi anlatan kaç şair vardır? Yılmaz Güney böylesine sahici, derinlikli, sarsıcı filmleri nasıl yapabilmiştir? Ruhi Su’nun gürül gürül akan sesinin kaynağı, yatağı neresidir? Yoksulluğu kim Orhan Kemal gibi yazabilmiştir? Yaşar Kemal’in romanlarında neden ormanların, kuşların, börtü böceğin, derelerin, dağın taşın müziği vardır? Attila İlhan, Rıfat Ilgaz, Cemal Süreya, Ahmed Arif yüzlerini nereye dönerek yazmışlardır, ilhamlarını nereden almışlardır?

Velhasıl, şiirde, romanda, müzikte, sinemada, öyküde, insanı insan yapan her alanda, insanı insana anlatan her yapıtta, Türkiye solunun, Türkiyeli solcuların damgası vardır. Büyük bedeller ödenerek, hapislerde yatılarak, sürgünlere gidilerek, işkenceler görerek yaşanılmış ama yazılmış, çizilmiş, üretilmiş ve hiçbir karşılık beklenmemiştir. Burada çok derin, çok köklü bir yurt ve halk sevgisi, kelimelerle tarif edilemeyecek bir fedakârlık vardır.

İşte tam da bu nedenle, bir grup liselinin memlekette yaprak kımıldamazken “Karanlığa sırtımızı dönüyoruz” demelerinin ve yazdıkları manifesto gibi metinlerin ayaklarının bu zemine basması şaşırtıcı değildir. 16-17 yaşındaki çocuklar dönüp memleketlerine baktıklarında ve tutunacak bir dal aradıklarında buldukları yer o kocaman, o devasa çınar olmuştur. Gericiliğin 16-17 yaşındaki aydınlık yüzlü çocuklar tarafından yazıldığına inanamadığı o muhteşem bildirilerde “Ses ol, ışık ol, yumruk ol” denilerek Rıfat Ilgaz’a selam gönderilmesi tesadüf değildir. Tıpkı, “Ateşi ve ihaneti gördük” denilerek Nazım’a, “Cinayeti gören kör balıkçılar” denilerek Attila İlhan’a selam gönderilmesi gibi!

Peki neden liseler? Çünkü insan, yaralı yerinden kanar, çünkü gericilik bugün en çok gençlere ve çocuklara saldırmakta, onların zihinlerini ve bedenlerini yaralamakta, onları eğitim sistemi üzerinden şekillendirmeye, robotlaştırmaya, akılsızlaştırmaya çalışmaktadır. Liselerden yükselen sese kulak verildiğinde esas itirazın gericiliğe, dinselleşmeye, ortaçağ zihniyetine olduğu ve laik bilimsel eğitim talep edildiği görülecektir.

Şimdilik liselilerinki kadar güçlü bir şekilde duyulmasa da, fısıltı halinde bir ses kentlerin üzerinde dolanmaktadır. İmam-hatipleştirmeye karşı verilen mücadeleler, semt ve mahallelerde okulları sahiplenme ya da geri kazanma mücadeleleri, bir araya gelen veliler, öğretmenlerin gericiliğe karşı duruşları… Bunların hepsi, gelmekte olanın birer işaretidir.

Laiklik üzerinden bir kırılma Türkiye toplumu açısından kaçınılmaz görünmektedir ve mesele artık “yaşam tarzını savunma”nın ötesine geçip bizzat yaşamı, kendi biyolojik varlığını koruma noktasına gelmiştir. Gericilik gerek fiziksel gerekse sembolik düzeyde şiddet üretmekte, kendisi gibi olmayan herkese o şiddeti yönelteceğini göstermektedir.

Bunun karşısında, laiklik mücadelesi ve dinselleşmenin somut bir şekilde gözlemlenebildiği yer olarak eğitim, toplumsallaşmış ve kitleselleşmiş bir muhalefetin örülmesinin zeminini sunmaktadır. Bir dakika dahi tereddüt etmeden buraya yüklenilmeli, “çıkış” buradan aranmalıdır.

“Sizler cinayeti gören kör kayıkçılar, herkesin önünde kalkan tek yumruk, sizden sonrakilerin sırtını yaslayacağı aydınlar, bir kurtarıcı beklemeden kurtarıcınız kendiniz olmalısınız. Olacaksınız. Bu güç sensin. Bu güç damarlarında, beyninde, sende. Karayeller başına indirmeden çatını; Artık ses ol, ışık ol, yumruk ol!”

Zaman, bu satırları yazan aydınlık yüzlü çocukların seslerine kulak verme zamanıdır.