Necip milletimiz “400 milyar dolar borcu ben mi yaptım” demek yerine “yastık altındaki dolarları bozdurarak memleketi kurtarmak” adlı müsamerede figüranlık yapadursun, Yavuz Sultan Selim adı verilen üçüncü köprüyü yapan müteahhit firma, köprüden geçen araç sayısına bakılmaksızın, her gün 405 bin dolar garanti parayı kasasına koymaya devam ediyor. Devletimiz ise köprünün bir kara delik misali dolarları yutmakta olduğunun farkındalığıyla geçiş ücretlerini öylesine yüksek tutmuş ki, devletin polisi dahi personeline köprüyü kullanmayı yasaklamış ve “Köprüyü kullanan parasını kendi cebinden öder, ona göre” demiş durumda.

Neyse, konumuz ne hamaset ekonomisi ne de köprü, konumuz Mavi Marmara, Halep ve yeni-Osmanlı. “Peki yukarıdaki paragraf ne o zaman” diyeceksiniz, anlatayım hemen. Üçüncü köprüye adı verilen “ecdad” Yavuz Sultan Selim, 1516’da Memlûk Devleti’ni yenilgiye uğratarak önce Halep’i ve bütün Suriye’yi, sonra da Kudüs’ü ve Filistin topraklarını zapt etti. Kahire’nin de alınmasıyla birlikte hilafet Abbasilerden Osmanlılara geçti ve 1924’de kaldırılana kadar da Osmanlılarda kaldı.
Kudüs ve Halep mi? Her iki şehir de -ki Halep sonradan bir eyalet olacaktı- 400 yıl boyunca, yani 1.Dünya Savaşı’na kadar Osmanlı hâkimiyetinde kaldı. Sina-Filistin Cephesi’nde Osmanlı ordularıyla İngilizler ve müttefikleri Arap güçleri arasında yaşanan çetin muharebelerin neticesinde Kudüs 9 Aralık 1917’de ve Halep 26 Ekim 1918’de yitirildi. Zaten sadece dört gün sonra, 30 Ekim 1918’de Mondros Mütarekesi imzalanacak ve Osmanlı 1. Dünya Savaşı’nı yitirdiğini resmen kabullenmiş olacaktı.

İşte Kudüs’ün düşmesinin üzerinden tam 99 yıl geçmişken, 9 Aralık 2016’da, yani iki gün önce, İsrailli askerlerin gıyabında yargılandığı Mavi Marmara davası da düştü. Savcı zaten bir önceki duruşmada İsrail ile Türkiye’nin anlaşmaya vardıklarını ve dolayısıyla davanın geçerliliğini yitirdiğini söyleyerek düşürülmesini talep etmişti, hâkim ise bu duruşmada savcıyı dikkate aldı ve Mavi Marmara dosyası kapatıldı.

Böylelikle, siyasal İslam’ın hakiki bir Filistin davasının hiç olmadığı, Filistin’in mağduriyet ve mazlumiyet söylemi için kullanışlı bir araç olmaktan öteye gitmediği, “Filistin’le dayanışma” ile kastedilenin siyasal İslamcılığın çıkar ajandasından ibaret olduğu ve “kutsal” olanın reel politiğe nasıl kurban edildiği bir kez daha görüldü. Velhasıl, Filistin davası, yeni-Osmanlı’nın Ortadoğu’daki yalnızlığından kurtulması artı yirmi milyon dolara satıldı.

Peki ya Halep? Belki düşüşünün yıldönümüne denk gelmedi ama yeni-Osmanlı beş yıldır bütün dış politika yatırımını yaptığı ve Suriye’ye yönelik yıkım politikasının merkezini teşkil eden Halep’i de geçen hafta yitirdi. Suriye ordusu, müttefikleri Rusya, İran ve Lübnan Hizbullah’ı ile birlikte nihayet cihatçı çeteleri yenilgiye uğratarak kentin bütününde hâkimiyet sağlamayı başardı. Trajikomik olan ise şuydu: Suriye ordusunun Halep’te zaferini ilan ettiği gün, Türkiye başbakanı geçen yıl savaşa doğrudan dâhil olarak yeni-Osmanlı’nın Suriye’deki bütün planlarını alt üst eden Rusya’daydı ve İslamcılar “Halep’te insanlık ölüyor” diye ağlarken Türkiye-Rusya dostluğuna dair mesajlar veriyor, doğalgaz ve nükleer enerji anlaşmaları üzerine pazarlıklar yapıyordu. Beş yıl önce ABD milli marşıyla çıkılan Suriye seferinden Rus milli marşıyla dönülüyordu yani.

Kudüs ve Halep, Filistin davası ve Suriye, emperyal hevesler ve reel politik, İsrail ve Rusya ile ilişkiler… Osmanlı’yı yeniden kurma iddiasından beş altı yıl içerisinde gelinen yer burası oldu. Daha iki yıl önce İsrail’den Gazze’nin hesabını soracağını söyleyenler, daha geçen yıl Rus uçağını düşürmekle övünenler, Ortadoğu’da kendilerinden habersiz yaprak kıpırdamayacağını söyleyenler, bölgesel güç olmaya soyunanlar, oyun kuruculuk iddiasında bulunanlar, lafla peynir gemisinin, hamasetle siyasetin yürümeyeceğini göstermiş oldular. Tam da bu nedenle düşen ne basitçe Mavi Marmara davasıydı, ne de Halep, düşen siyasal İslam’ın emperyal heveslerinin kod adı olan yeni-Osmanlıcılıktı. “Parodi imparatorluk” hakikatin duvarına bir kez daha çarptı ve emperyal hevesleri bir kez daha yerle yeksan oldu.

Bu esnada tanıklık ettiğimiz ise adeta bir riyakârlık destanıydı. Ne Mavi Marmara düşünce İsrail büyükelçiliğine, ne Halep düşünce Rusya büyükelçiliğine yüründü, ne İsrail bayrağı yakıldı ne Rusya bayrağı, ne iktidarla İsrail arasındaki anlaşmaya dair tek kelime edildi ne de Rusya’yla yaşanan balayına. Mavi Marmara ve Halep, İslamcılığın ikiyüzlülüğünün, riyakârlığının, sahte ahlak anlayışının ve çürümüşlüğünün nişanesi olarak kaydedildi tarihe. Geriye kalansa “Kapanan Mavi Marmara davasıdır, Filistin davası değil” sözlerinde özetlenen o pespaye demagoji oldu.