Rejimin gönüllü medyası durumdan hoşnut değil, olmayan prestijini tümüyle yitirdi, her iki anlamda da küçüldü; sistemin “ana akım” diye anılmayı pek seven medyası rejimin kısa vadeli hesaplarına teslim oldu, geride kalan medya ise direniyor. Tablo budur. Tablo aslında Türkiye’nin durumunu, geleceğini göstermek açısından da ilginçtir. Bir bakalım. *** Rejim medyası gerçekleri, olup biteni halktan gizlemekte, […]

Rejimin gönüllü medyası durumdan hoşnut değil, olmayan prestijini tümüyle yitirdi, her iki anlamda da küçüldü; sistemin “ana akım” diye anılmayı pek seven medyası rejimin kısa vadeli hesaplarına teslim oldu, geride kalan medya ise direniyor. Tablo budur. Tablo aslında Türkiye’nin durumunu, geleceğini göstermek açısından da ilginçtir. Bir bakalım.

***

Rejim medyası gerçekleri, olup biteni halktan gizlemekte, rejimin çıkarlarına göre eğip bükmekte ustalaştı. Ne var ki rejimin niteliği, otoriter karakteri ona dar bir alan bile bırakmıyor; “bağımsız-tarafsız” gibi görünme olanağı tanımıyor. Ne denirse onu yazmak söylemek zorunda. Sistemin “ana akımı”nın durumu ise daha vahimdir. O cezalıdır, günahlarının kefaretini ödemiş sayılmamaktadır. Bu nedenle de yakın zamanda bu dünyayı terk edecektir.

***

Geride kalan medya, sosyal medya dahil zor durumdadır. Otoriter rejimlerin tarih boyunca değişmemiş özelliği sessizliğe duydukları ihtiyaçtır, çünkü en küçük bir aykırı ses rejime karşı muhalefetin yükselmesine yol açabilir. Bu aynı zamanda korku sendromudur çaresinin baskıya artırmak olduğu düşünülür.

Emperyalist kapitalist sistemin derdi, korkusu ise daha büyüktür.

***

Sovyetlerin yıkılmasından, sosyalist dünyanın dağılmasından sonra “işte artık tüm dünyanın ebedi sistemi belli oldu, tarihin sonu geldi” , “yeni dünya düzeninin ekonomik politik sistemi küreselleşmedir” diyenlerin sesi birden kesilmiş, küreselleşmenin iflasta olduğu, tehlikenin kapıyı çaldığı anlaşılmıştır.

***

Daha önce olduğu gibi sistemin kendini onarabileceğine inanmak istiyor, ama nasıl sorusunun yanıtını bulamıyorlar. Şimdilik bulabildikleri çare, mümkün olan her yerde, mümkün olduğu ölçüde otoriter yönetimdir. Hiç kuşkusuz bu kolay iş değildir, başarılar kalıcı olmuyor. Çünkü sistemin karşı karşıya kaldığı iflas öncesi durumun aktif öğelerinden birisi nesnel durum ise, önemli diğer öge uzun süre sessiz kalan ama “artık yeter” deme noktasına gelmiş halklardır.

***

Dünya savaşları asıl olarak paylaşım savaşlarıydı. Kapitalist emperyalist sistemin hangi noktada olursa olsun bu yapısal özelliğini terk edeceği düşünülemez. Ama sistemi bu şekilde sürdürmek de mümkün olmadığı için, bir yandan enerji kaynakları, stratejik alanlar konusunda çatışsalar da, diğer yandan “sistemi nasıl kurtarırız, nasıl rehabilite ederiz” konusunda ortak hareket etme kaygısı ağır basacaktır.

***

Birleşmiş Milletler’in özellikle ekonomi ile uğraşır görünen Dünya Bankası, IMF gibi örgütlerin daha fazla çaba göstermeleri, direnen, işleri yokuşa süren, bir anlamda “ulusal kapris” havasına giren ülkelere NATO gibi örgütlerin diş göstermeleri olasıdır. Bu dönemin temel kavramları ise uzun süredir başarıyla kullanılan, sorunları lokalize eden, birlikte çözülüyormuş havası yaratan  “yönetişim” gibi kavramlardır. Bir de Medyascope’ta yayımlanan makalesinde  Alain Deneault’nun sözünü ettiği “vasatlık” var ki bizde evvel eski hakimdir ve şimdilerde vasatlığın derecesi akademinin sıradanlaşması, “burjuvazinin” çapsızlaşması ile iyice aşağılara inmiş bulunuyor.

***

Medya ile başladık onunla bitirelim.

İlkelerde bir değişiklik ya da sapma söz konusu olamaz; medya siyasi karar organı ya da siyasi güç değildir; ama bu özel durumda, halkın çıkarlarını savunabilmek, gerçekleri yazıp söyleyebilmek, halkın haber alma hakkını savunabilmek için, baskılar karşısında militanlaşması zorunludur.

Kuşkusuz asıl özne muhalif siyasettir, görev de onun omuzlarındadır.