Mısır-Türkiye yakınlaşmasının anlattıkları: İmaj inşasının sınırları!
Türkiye, Mısır, S. Arabistan, Katar, İran vb. ülkeler adeta bir soğuk savaş düzeninde yeniden konum alıyorlar. Daha doğrusu kısmen İran ve İsrail dışındakiler uluslararası aktörlerin müdahaleleri karşısında denklemi yeniden üreten adımlar atıyorlar.
İç siyasette “hukuk reformu” başlığıyla yürütülen ve yenilenme iması taşıyan açılımın bazı dış politika başlıklarında da ortaya konulması dikkat çekici. Cumhurbaşkanlığı Sözcülüğü ve Dışişleri Bakanlığı kaynaklarından ardı ardına Mısır’la ilişkilerde “çıkarlara dayalı işbirliği” çağrıları yapılıyor. Aslında 2013’ten beridir son derece gergin devam eden Ankara-Kahire ilişkilerine yönelik Erdoğan hükümetinin ilk çağrısı da değil. 2017’den bu yana bazı söylemsel yumuşama sinyalleri verilmişti. En son geçtiğimiz eylül ayında yapılan işbirliği çağrısında Mısır “İhvan” önkoşulunu ortaya koymuş bu çerçevede işbirliği yürüttüğü Suudi Arabistan, BAE ve Bahreyn ile ortaya koydukları “terörizmle mücadele” çerçevesine gönderme yapmıştı.
Ankara’nın Mısırla normalleşme ve işbirliği çağrıları ülkenin Biden dönemine yenilenmiş bir imajla girme çabasının mı sonucu yoksa çeşitli dış politika başlıklarında gerçek bir işbirliği arayışını mı yansıtıyor? Daha da önemlisi AKP hükümet sözcülerince tekrarlanan bu çağrılar Kahire’de nasıl yankılanıyor? Mısır-Türkiye “normalleşmesi” mümkün mü? Bu sorular için bir yandan önerilen yakınlaşma çerçevesinin içeriğine diğer yandan da Biden döneminin Ortadoğu siyaset denklemine katacağı -eğer varsa- yeni parametrelerin neler olduğuna bakmaya çalışalım.
ANKARA NE İSTİYOR, KAHİRE NE DİYOR?
Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü İbrahim Kalın, hafta başında verdiği röportajda ABD, Rusya, Arap ülkeleri ve AB ile ilişkileri değerlendirmiş ve “Mısır ile ikili ilişkilerimizi görüşmek istiyoruz… Mısır ve diğer Körfez ülkeleriyle bölgesel barış ve istikrar için yeni bir sayfa açılabilir” ifadesini kullanmıştı. Geçtiğimiz eylül ayında Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’nun yaptığı açıklamanın adeta tekrarı. Çavuşoğlu Türkiye’nin bir önceki yıl Libya’da Ulusal Mutabakat Hükümeti ile imzaladığı mutabakat zaptı gibi Mısır ile de deniz yetki alanlarının sınırlandırılmasına ilişkin bir anlaşma imzalamak için çalıştığını ve bu çerçevede “Mısır ile anlaşma yapabilmemiz için siyasi ilişkilerimizin iyi olması lazım” demişti.
Mısır, henüz Cumhurbaşkanı Sözcüsü’nün işbirliği çağrısına yanıt vermiş değil. Ancak Mısır-Ankara ilişkilerindeki ana gerilim konusunu yani Başta Mısır’daki olmak üzere tüm Ortadoğu’daki Müslüman Kardeşler Örgütü’ne (İhvan Ağı) verilen destek devam ettiği sürece Ankara ile normal bir ilişki dönemine geçmenin mümkün olmadığını ifade etmişti. Mısır Dışişleri Bakanı Samih Şukri bir önceki işbirliği çağrısına yanıt olarak şöyle söylemişti: “Eylemleri, konuşmaları ve açıklamaları gözlemliyoruz. Ancak söylenenler politikalarla bağdaşmıyorsa bir önemi yok.”
Kahire’nin Ankara’ya vereceği yeni yanıtta bir değişiklik beklemek için hiçbir neden yok. Zira AKP hükümetinin Ortadoğu’da İhvan’la işbirliğine dayalı siyasetten geri adım attığına yahut atabileceğine ilişkin hiçbir sinyal yok.
Peki yine de iç politikada önemli bir oy artışı sağlamayacağı aşikâr olan bu “Mısırla İşbirliği açılımı” neden dillendirilmeye devam ediyor. Ankara bir yandan Biden dönemine Ortadoğu’da oyun kurucu olabileceği mesajı verebileceği bir imaj yenilemesi peşinde iken bir yandan da Mısır’ın ABD ile olan ilişkilerindeki kısıtlardan hareket ediyor. Mısır son 10 yıldır temel dış politika başlıklarında Riyad, Abu Dabi ve Bahreyn ile yakın bir ittifak ilişkisi içinde yaklaşıyor. Bu ittifakın lideri durumundaki Suudi Arabistan’ın Trump döneminde olduğu ölçüde ABD’den destek almayacağı, en azından Yemen örneğinde olduğu gibi, bazı adımlarını gözden geçirmek zorunda kalacağı herkesçe malum. Bu durumun bu ülkelerin Türkiye ilişkilerine de bazı yansımaları olmuştu. Nitekim Biden öncesinde doruk noktasına varan “Türk Mallarına Boykot” kampanyası Biden’ın seçilmesiyle son bulmuştu. Riyad için değişiklik denmese de ağırlık ayarından bahsedilebilir ve bu durumun Körfez’deki müttefiklerine ve Mısır’a da yansıması beklenebilirdi. İşte Ankara’nın Mısır’ın kısıtlarına ilişkin okuma buradan geliyor.
Ancak Riyad ve Kahire için yeni dönemin bazı kısıtları Ankara için de geçerli. Yeni yönetim henüz Ankara’yla telefon irtibatı dahi kurmuş değil.
Ama daha da önemlisi Suudi, Mısır ve Körfez rejimleri için İhvan’a verilen destek tam bir “kırmızı çizgi” meselesi. Bu konuda AKP’nin ciddi bir revizyona gitmeden söz konusu ülkeler ile ilişki “normalleştirmesi” gerçekleşmesi son derece zor bir olasılık.
Peki Ankara’nın bu dış politikada ABD’nin diğer bölgesel partnerleri ile iyi ilişkiler kurma, en azından kuruyor denemesi yapıyor görünme adımları Washington nezdinde ne tür bir etki yaratabilir? Dahası bu türden bir imaj inşasının reel anlamı nedir?
TÜRKİYE İÇİN SÜRDÜRÜLEMEZ DENKLEM!
Bu soruya güncel basın bültenlerine bakarak ve hangi hükümetin ne açıklama yaptığı üzerinden yanıt verilemez. Zira ABD’nin Ortadoğu siyasetinde Obama’dan Trump’a, Trump’tan Biden’a devredilen kolay değişmeyecek bazı öncelikler mevcut.
Ortadoğu için girift, çapraz ve parçalı ittifak yapıları artık neredeyse yapısallaşmış bir olgu. Farklı dinler, mezhepler, milliyetler, yerel aşiret aidiyetleri yelpazesi ile sınıfsal yelpaze ve siyasal-programatik (İslamcı, liberal, sosyalist vb.) yelpazenin unsurları bu aidiyet ve siyasetlerin bölgesel ve uluslararası ittifaklar ile eklemlendiği çok-katmanlı ve çok-etmenli bir zeminde hareket ediyor. Irak’ta, Suriye’de ve Yemen’de sıcak savaş şartlarında sürekli ya bileşim ya siyaset değiştiren bu ittifaklar (aktörler kümesi) Türkiye, Mısır, Suudi Arabistan, Katar, İran ve diğer ülkelerde ise adeta bir soğuk savaş düzeninde yeniden ve yeniden konum alıyorlar. Daha doğrusu kısmen İran ve İsrail dışındakiler (Türkiye ve Mısır dahil) güçlü uluslararası aktörlerin müdahaleleri karşısında çoğunlukla denklemi yeniden üreten, çıkmazdan kurtulmayı başaramayan adımlar atıyorlar.
ORTADOĞU SİYASETİNE YÖN VEREN 6 UNSUR
ABD’nin geride bıraktığımız 15 yıl içerinde Ortadoğu siyasetine yön veren 2+2+2 parametreli bir denklem çerçevesinde hareket ettiği bahsedebiliriz: İlk 2 parametre 1945’ten bu yana sürdürülen daha temel (prensip düzeyinde diyebileceğimiz) 2 siyasettir: Uluslararası enerji güvenliği ve İsrail devletinin güvenliği; ikinci 2 parametreden ilki başta ABD ekonomisi olmak üzere Batı ülkeleri için temel bir girdi olan silah satışını karlı ve sürekli kılacak bir siyaset sürdürmek, ikincisi ise silah dışı finansal ve ekonomik çıkarların sürdürülmesi hedefleridir; Son 2 parametre ise başta El Kaide ve IŞİD örneklerinde olduğu gibi Batı’yı doğrudan vuran aktörlerin elimine edilmesi yahut terbiye edilmesi ve ikinci olarak da bu ve benzeri gelişmelerin yaratabileceği göç dalgalarının önüne geçilmesidir. Bu son iki siyasetin son 10 yıllık gelişmelerin ürünü olduğu ancak yakın ve orta vadede karar vericilerin sabit parametre olarak değerlendireceğine şüphe yok.
Konuyu biraz daha açacak olursak, Suudi Arabistan yerine İran’ı terörizm destekçisi ilan ederek hedef tahtasına koymak ilk 2 parametre ile ilgilidir. Suudilerin Sisi ile birlikte Katar’a yönelik hamleleri daha ziyade ikinci 2 parametre ile ilgili iken Irak ve Suriye’de Kürtlerle geliştirdiği siyaset ise daha ziyade son iki parametrenin etkisinde şekillenmektedir.
Pek çok örnekte bu dış politika hedef ve prensiplerinden bir kaçını için A unsuru ya da kümesi ile ittifak edilirken başka birkaçı için B unsuru ya da kümesi ile ittifak edilebilmektedir. ABD’nin bir konudaki ardışık birkaç hamlesindeki karşılıklık, zikzak ya da tezat tam da buradan kaynaklanmaktadır.
Keza tüm bu zikzaklar, denge değişikliği yaratan ağırlık kaydırmalar, ABD için sürdürülebilir bir siyaset zemini demektir. Hatta adlı adınca daha önce yazdığımız gibi ABD’nin Ortadoğu siyaseti tam da bu nedenle “sürdürülebilir istikrarsızlık” olarak adlandırılmayı hak ediyor.
SÜRDÜRÜLEBİLİR İSTİKRARSIZLIK!
Sürdürülebilir istikrarsızlık, bölgeye tam bir barışın, refahın vb. gelmesini değil, sürekli birinin diğerine karşı gergin bir şekilde tutulduğu, çatıştığı, bazen savaştığı bir denklem kurmak demektir. Yani istikrasızlık sağlayacak bir denklem kurmalı ancak bunun sürdürülemez bir düzeye çıkmasına yahut örneğin mülteci akını gibi yan etkilerinin ortaya çıkmasına da mümkünse izin vermemelisiniz.
Örneğin 30 yıllık Irak politikasını ele alalım: Ülke üç parçaya ABD inisiyatifi ile ayrıldı. Burada ayrılma temayülü olan yegane aktör olan (Irak) Kürdistan’ı 30 yıldır ne bağımsız kılınıyor ne de onun gücünün zayıflaması isteniyor. Şimdi bir referandumla ayrılsa dahi bunun tanınma sürecini 10 yıl, tanındıktan sonraki askeri ve ekonomik varlığı inşa etmesini devamındaki onyıllar boyunca elinde bir koz olarak tutmaya çalışacaktır. Batı açısından sürdürülebilir istikrarsızlık için, işbirliği yapabileceği unsurların tam anlamıyla bağımsızlaşmaması gerekiyor.
Çılgın imajına karşın Trump da dahil ABD yönetimleri sürdürülebilir ve kârlı adımlar atarken derin stratejik akıl taşıdığı zannındaki bölge aktörleri çemberi kırmak yerine onu yeniden üreten her adıma gönüllü olarak koşuyorlar. Mezhepçilik, bölgesel rekabet ve iç siyasetteki otoriterizm tercihinin ihtiyaç duyduğu dış siyasette hamaset ülkenin her anlamda daha çok bedel ödeyeceği bir kıskaca çekilmesine sebep olmaktadır.
Silahlanma yarışına giren, komşu ülkelerin iç işlerine, sınırlarına karışan, tüm bölgede askeri üs kurma rekabetinde olan tüm ülkeler Biden döneminde de tıpkı daha önceki dönemlerde olduğu gibi, arada bir pohpohlanıp, arada bir hizaya çekilip, günün sonunda barışçıl normal ilişkiler geliştirmeyecekleri bir emperyal tuzak içinde devalan ederler. Türkiye Mısır ilişkileri de bu denklemden bağımsız ilerleyemez. Üstelik İhvan konusunun Mısır için ne kadar kalın bir kırmızı çizgi olduğu gerçeği ortadayken.