Daha önce de yazdım. Yaşadığımız sorunlar, ortaya dökülen hikâyeler, bunlar üzerine konuşan ve konuşulanlar, benimsenen ve

Daha önce de yazdım. Yaşadığımız sorunlar, ortaya dökülen hikâyeler, bunlar üzerine konuşan ve konuşulanlar, benimsenen ve izlenen değer ve davranışlara bakınca, önce “mışlı” dünyamızı görüyorum.
Örneğin bakıyorum da, yalnız kurallar, kurumlar, davranışlar açısından değil, milliyetçilik, liberallik, muhafazakârlık, solculuk, sosyal demokratlık, dindarlık gibi kavramlar açısından da bir “koyvermişlik” var ki, hak getire.  Benimsenen düşünce “pankartlar” halinde taşınıyor taşınmasına da, pankartın gerisi iç karartıcı.
Herhalde tek neden de az gelişmiş ve muhafazakar toplumdan modern bir topluma geçişin yarattığı kargaşa değil. Toplumsal dinamiklerin yeterince gelişmediği toplumlarda siyaset gibi düşünce dünyasının da kapanın elinde kalması gibi gerçeklerimiz var, ne yazık ki. Böyle bir ortamda, yalnız ideolojik seçimler değil, daha da önemlisi bu ideolojilerin temel kaynağı olan insan, eşitlik, özgürlük, barış, adalet, güven, refah, huzur gibi amaçlar da karambole gitmekte.
Örneğin yaşadığımız Kürt sorununda bir soralım: 25 yıldır süren savaş, binlerce ölüm, milyonlarca dolar maliyet, bölgesel eşitsizliğin artışı, demokrasi üzerindeki ipotek, güvensizliğin artışı gibi bedelleri de önümüze koyarsak, hani demokrat, hani insan haklarından yana, hani eşitlikçi ve özgürlükçü, hani hak ve hukuku önceleyen bir toplumdan ve siyasetten, bunları benimseyen parti ve siyasetçilerden söz ediyorsak sorunun çözümünde izlenecek yol nedir; yol gösterici temel ilkeler nerededir?
Yanıt açık değil mi?  Hani yukarıdaki ilkeler önemliyse, siyasal ve demokratik uzlaşmayı ve insan hakları-eşitlik-özgürlük-adalet gibi ilkeleri temel almak ve bunları savunmak gerekmiyor mu?
Peki, bu temel ilke ve seçimlerden yola çıkarsak, söylemleri ve izledikleri politikalar açısından milliyetçisinden muhafazakârına, liberalinden sosyal demokratına kadar tüm partilere geçer not verebilir miyiz?
Tabii, hemen normal olmayan koşullar, PKK ve terör, savaş ve ölümler var denilecektir.  Peki, bunlar temel ilkelerin ve demokratik çözümlerin askıya alınmasının mazereti olabilir mi? Ya, bu yörenin, yöre insanlarının, Kürtlerin yaşadıkları koşulları, karşılaştıkları muameleyi, uğradıkları haksızlıkları hangi ilkeye, hangi demokrasiye sığdıracağız?
Hadi geçmişteki hataları bir yana bırakalım: Ama, bugün artık Kürt sorunu hem bu toplum hem bu ülkedeki siyaset ve siyasetçi için demokrasiye ve yukardaki ilkelerde inanıyor “muş” gibi, bunları önemsiyor”muş” gibi yapıp yapmadığının bir sınama tahtası.
Çözümün adresi siyasal iktidar olsa da, hiçbir siyasal parti bu sınamanın dışında değil. Kürt tarafı için de benzer bir sınama söz konusu. Onlar da çözüm ararken siyasal temsilcilerinin mi güçlendirileceği,  PKK’nin mi öne çıkarılacağı gibi bir sınama karşısındalar. Sınama, hem gerçekten siyasal bir çözüm isteyip istemediklerinin hem de iddia ettikleri gibi haklar ve demokrasi konusundaki taleplerinin bir sınamasıdır.
Kısacası siyasal çözümden söz ediliyorsa, toplumsal uzlaşmanın önemli olduğunu düşündüğüm gibi, böyle bir uzlaşmanın sağlanması için siyaset anlayışı ve siyaset yapma biçiminin değişmesi gerektiğini de düşünüyorum.
Tamam siyaset güç oyunu. Siyasilerin bu oyunda güç kazanmak adına gerçekleri allayıp pullaması da (2010 çeyreğindeki büyüme hikâyesi gibi),  yaptıkları ve yapacaklarını abartması da (istihdam paketinin 10 binlerce iş yaratacağı efsanesi gibi), rakiplerin zayıf yanına vurması da (son dönemde artan “terörde iktidarın suçlanması gibi), abartılı feryatlar ve köşeye sıkıştırma çabaları gibi (son olaylar zerine OHAL istemi gibi) normaldir diyelim.
Ama öyle konular var ki, bu konularda “tilki”, “kaplan”, “şahin”, her neyse, alışılmış siyasetçi tavrını bir yana bırakıp, meseleyi geniş bir ufka oturtmak, hesapçı akılla yetinmeyip sezgi ve duyarlılıkları devreye sokmak gerekmekte. Kürt sorunu, böyle bir konu.
Bu konuda 25 yıldır söylenmeyen kalmadı. Siyasetçiler gazete arşivlerini bir gözden geçirirlerse bunu göreceklerdir sanırım. Özellikle parti liderlerine böyle bir arşiv taramasını kuvvetle öneririm.
Ne çok şeyin söylendiğini, söylenenlerin çoğunun da, yasaklama, bastırma, hapsetme, operasyon, savaş gibi güç kullanımıyla ilgili olduğunu göreceklerdir.
Genelkurmay Başkanı, bugüne dek 40 bin PKK’linin öldüğünü söylüyor; dağa çıkanlar üzerinden yaptığı hesaba göre de PKK’nin 5 kez yenilgiye uğratıldığı sonucuna varmakta.
Yani söylenenler yapılmıştır; peki, sonuç?
Sonuç ortada ve bu sonuç siyasetçilerin de, toplumun kendisine farklı sorular sormasını gerektiriyor. Örneğin:
Bir ülkenin, 40 bin çocuğunun ölümünü göze alması öyle kolay kabul edilecek bir şey midir?
Yenilgiye rağmen yeniden dağa çıkılıyor, mücadele sürdürülüyorsa, meseleye PKK ve terör dışında bakmanın, operasyon düzenlemenin ötesine geçmenin gerektiği açık değil midir? Siyasal çözüm değil de hâlâ iki tarafta da terör-savaş deniliyorsa, daha kaç “canın” bedel ödemesini göze alınacaktır?
Ve nihayet, bu soruları sormanın ve meseleye buradan bakmanın PKK’nin ve terörün değil, ancak yukarıda değinilen ilkelerin ve bu ilkeleri hayata geçirmiş  toplumun bir zaferi olabileceğini anlamak bu kadar zor mudur?