Musul’la Başkanlığa

IŞİD’e karşı Musul operasyonu başladı başlayacak. Irak merkezi hükümeti orada, Peşmerge orada, Şii milisler orada, Sünni milisler orada. Ama mesele Irak’ın içişlerine dair olmaktan çıkıp bölgesel ve küresel bir meseleye dönüştüğü, Musul da bölgesel ve küresel güç mücadelesinin muharebe sahalarından biri haline geldiği için, ABD orada, Rusya orada, İran orada, Suudi Arabistan orada ve elbette ki Türkiye orada. Tüm bunlarla birlikte kendi kaderi üzerinde doğrudan etkide bulunacağı için Suriye’nin de gözü kulağı orada.

Musul denklemi öyle karışık ki gel de çık işin içinden çıkabilirsen. Türkiye ve Suudi Arabistan, İran’ın gücünü ve etkisini artıracağı için Şii milislerin operasyona katılmasından rahatsız ve beyhude bir şekilde bunu engellemeye çalışıyor. Türkiye ve Barzani güçleri PKK’nin etkisini artıracağı için YBŞ’nin (Şengal Direniş Birlikleri) operasyonda yer almasını istemezken, PKK de Musul bahanesiyle Irak’a girip kendisine yöneleceğini düşündüğü için Türkiye’yi istemiyor. Irak merkezi hükümeti, Şii milisler ve hatta Sünni aşiretlerin bir bölümü ise hem Irak’ın egemenlik haklarına müdahale anlamına geldiği için hem de izlenen mezhepçi politika nedeniyle Türkiye’yi istemiyor.

Dahası, normal şartlar altında İran ve Rusya’nın Musul meselesinde ortak hareket ettikleri gözlemlenebilen Türkiye-Suudi Arabistan-Barzani üçlüsüne, yani “Sünni ittifak”a karşı sert bir politika izlemesi beklenirken, 15 Temmuz sonrası yaşanan gelişmeler ve Türkiye ile kısmi yakınlaşma nedeniyle ortada bir sessizlik var. Aynı şekilde, ABD’nin İran etkisine karşı bir dengeleyici olarak Türkiye’nin Musul’da olmasını şiddetle desteklemesi gerekirken, yine 15 Temmuz öncesinde başlayıp 15 Temmuz’la birlikte zirve yapan gerilim nedeniyle Türkiye’nin Musul operasyonuna katılımına pek sıcak bakmadığı ve pazarlıkların devam ettiği görülebiliyor.

Dolasıyla durum, “at izinin it izine karıştığı”, aktörlerin geleneksel pozisyonlarının dışında hareket ettikleri, çok büyük pazarlıkların ve hesapların döndüğü, bir kıvılcımın operasyonu “herkesin herkese karşı savaşı”na dönüştürebileceği ve yaşananların Musul’la sınırlı kalmayarak tüm bölgeyi etkileyebileceği bir görünüm arz ediyor.

Ortada böylesine her türlü riske açık bir durum var ama iktidarın da bir “Musul iştahı” var. Irak Başbakanı ile yapılan “kalite” yarışından tutun da, “Musul için teklif verdik, olmazsa B ve C planlarımız hazır, her durumda Musul operasyonunda yer alacağız”a, gidişatın nereye doğru olduğu görülebiliyor. Türkiye operasyona Başika’da eğittiği milisler aracılığıyla ve salt hava saldırıları ile sınırlı bir şekilde mi katılacak, yoksa IŞİD Musul’dan kovulduktan sonra masada yer alabilmek adına kara güçlerinin de içinde olduğu bir planı mı hayata geçirecek bilinmez ama her durumda sahadaki yerini alacak.

Peki, tüm bu olan biteni basitçe bir dış politika hamlesi, bölgesel güç olmak adına yapılmış bir girişim olarak okumak mümkün mü? Bu sorunun yanıtının açıkça “hayır” olduğunu söyleyebiliriz. Musul, her şeyden önce bir iç politika meselesi ve rejim inşasından ve başkanlıktan Musul’a uzanan bir yol var. Tam da bu nedenle, Lozan’ın tartışmaya açılmasını, başkanlığın yeniden gündeme getirilmesini ve Musul operasyonunu birbirinden ayrı bir şekilde değerlendirmek mümkün değil, hepsi denklemin birer parçası.

İktidar partisinin, 15 Temmuz’da aldığı yarayı sarabilmek için başvurduğu “milli mutabakat” söylemi hepimizin malumu; her türlü uyarıya rağmen ana muhalefetin ve bir kısım ulusalcının bu söylemin peşine takıldığı ve daha önce yazdığımız üzere ikinci bir “yetmez ama evet” vakasını sergiledikleri de öyle. İşte iktidar partisi darbenin şokunu atlattıktan sonra, önce Lozan’ı ve dolayısıyla Cumhuriyet’in kuruluşunu tartışmaya açarak mutabakat masasını devirdi, ardından da Bahçeli’nin pasıyla birlikte ne zamandır rafa kaldırdığı başkanlığı, üstelik toplumsal kutuplaşmayı çok daha derinleştireceği bilindiği halde, yeniden kamuoyunun gündemine getirdi.

Tam da bu nedenle Musul, tıpkı 7 Haziran-1 Kasım arası sergilenen stratejide olduğu gibi, toplumu “milli güvenlik ideolojisi”nin ve “güvenlikçi paradigma”nın arkasında hizalayıp rejimin “fiili” ve “olağanüstü” karakterini perçinlemek için mükemmel bir araç. Ayrıca Cerablus’tan farklı olarak, Musul’un “bir zamanlar bizim olduğu, Lozan’da İngilizlere teslim edildiği, yeniden aldığımızda Osmanlı’yı ve hilafeti de tekrar dirilterek dünya lideri olabileceğimiz” masalını anlatmak ve bunu yapabilecek kişinin de “Reis” olduğuna kitleleri ikna etmek için bulunmaz bir nimet.

Dolayısıyla yaşanan süreci “Musul’la Başkanlığa” diye tarif etmek açıklayıcı görünüyor; bunun hem içeride hem dışarıda sonu belli olmayan maceralara girişmek anlamına geleceğini söylemek için ise kâhin olmak gerekmiyor.