Kitaplar ideolojiden bağımsız kılınamaz. Hem söyledikleriyle, hem varlıklarıyla. Düşman sayılmasının gerekçesi açıktır; tetikler insanı, düş kurmasını sağlar, yeni kavramlar, dil gelişmesine olanak verir ve en önemlisi yazarı değilse de, her kitap isyankârdır

Nasıl  kitap  okunur?

Sibel Oral sormuştu: “Okurluğunuzu, yazarlığınızı nasıl değerlendirirdiniz?” diye. Kişinin kendi yazdığına ölçüt koymasını ayıp sayarım. Her yazar, kendini dünyanın merkezine koyarak girişir bu eyleme. Ta ki kitap ortaya çıkana dek! Genellikle yayıncıya teslim edip, aradaki ilişki soğuyunca, tüm yazdıklarından uzaklaşır, kuşkuya düşer ve “hatta keşke tüm bunları yazmasaydım” der kişi. Bunu önceden fark edip, hiç bu yola sapmayan ve asla kitaplarını yayınlamayan yazar çoktur. Kimi yakar, kimi çöpe atar, kimi hırslanıp paramparça eder. Belki bu süreç, bu tutum da yazmaya dahil sayılmalı. “Kayıp Kitaplar Kütüphanesi” Alexander Pechmann’ın bir yapıtı. Yazarlar/yazmak üzerine düşünen insanların izini süreceği türden bir yapıt. Bir okuma şöleni…

Yusuf Atılgan birkaç yapıt verip, edebiyatımızda başköşeye oturmuş bir büyük yazar. Yazmaktan çok, okumayı sevdiğini biliyoruz. “Niçin okuruz?” sorusunun yanıtı türlü türlüdür. Hatta pek çok kimse ‘bibliyoman’ olarak sürdürür yaşamını. Evinde, aracında, sokağında, boş bulduğu her an okumak ister ve kitapların olmadığı tek bir saniyeye katlanamaz. İnsanlar, olaylar fazladır, yüktür; kitaplar dışında olan her şey gereksizdir. Sabahattin Ali en tipik örnektir bibliyomanlığa…

BOŞLUĞU DOLDURAMAZ
Kitabın bir tarihi olduğunu bilirsek ve bizden önce tanımadığımız ve kökleri çok derinlere salınmış bir gereksinimden ya da amaçtan söz edersek, sağlıklı tahlil yapmış oluruz. Kitap bir nesne olarak değerlidir, bir varlıktır ve hayatı anlamlı kılar. Bu yüzden görünmez olan ‘e-kitap’lar bu boşluğu doldurmaz. Tarih kaybolmaz. Kütüphane bunun için vardır. Kayıp kitaplara döneceğiz elbet. Neleri kaçırdığımızı merak edeceğiz. Bu kazı başlı başına bir yolculuktur. Biri çıkıp; ‘Yahu okunacak bunca kitap var, varsın onlar da olmasın’ der ve yanılır. Bir tutkulu okur, tüm kitapları okuyamayacağını bilir ama bu olasılığın varlığı karşısında heyecanlanır, soluk alır. Nihayetinde sınırlı yaşamımız var ve seçici olmalıyız elbet. Bu seçimi yapabilmek için sofranın zengin olması gerekir. Üstelik kayıp olmak, giz hali… Fena gelir insana…
“Her okuma bir direnme eylemidir. Neye karşı direnme? Bütün sıradanlıklara:
‘Toplumsal olanlar’
‘Mesleki olanlar’
‘Psikolojik olanlar’
‘Duygusal olanlar’
‘İklimsel olanlar’
‘Ailevi olanlar’
‘Eve dair olanlar’
‘Güruhlara dair olanlar’
‘Patolojik olanlar’
‘Parasal olanlar’
‘İdeolojik olanlar’
‘Kültürel olanlar’
‘Şişkin benliğimize dair olanlar’

İyi sürdürülen bir okuma, kişiyi kendisi dahil her şeyden kurtarır.
Ve hepsinden önemlisi ölüme karşı okuruz” Kim haksız diyebilir Daniel Pennac saptamasına?

BROD YARGILANMALI MI?
Akla şu soru düşebilir elbet: ‘Peki, ya okumayla hiç ilişkisi olmayan kimse için ne demeli?’ Bana kalırsa sürülmemiş bir yaşamdır bu. Hatta o geleneksel soruyu da yanıtlayayım. “Çok gezen değil, çok okuyan bilir.” Avarece gezen bir kimsenin yaşamın herhangi bir ayrıntısını görmesi söz konusu değildir. Oysa evinden, hatta hasta yatağından neredeyse hiç çıkmamış Proust, koca bir evren kurmuştur bize. Boş gezenin, boş kalfası olabilmek beceri ister. Aylak biri olmak için düşünsel bir zemin gerekir. Okumak, tüm olan biteni açıklığıyla kavramak değilse de, sorular sormak, lezzet duymak, varlığa dair düşünmek anlamına gelir. O yüzden ucuz sohbetler zaman kaybıdır. İnsanı aptallaştıran her şey…

“Akşam vakti” büyüleyici bir masalın tam ortasındaki bir çocuğa, kerameti kendinden menkul bir gerekçe göstererek okumayı kesip yatması gerektiğini hiçbir zaman anlatamazsınız.” Bunlar Kafka’nın sözleri. Yazdıklarını yayınlamayı hiç düşünmemiş olan, tarihin en değerli ihanetine uğrayıp, en yakın dostuna verdiği el yazmaları yanmaktan kurtarılan Kafka. Brod bundan ötürü; dostuna ihanetle mi yargılanmalı, yoksa insanlığa yaptığı katkıdan dolayı bir madalya ile ödüllendirilmeli mi? Nefes kesen, bitmez bir tartışma.

Ben kendi payıma Brod’un bencil olduğunu söyleyebilirim. Bir deha ile karşı karşıya olduğunu sezecek kadar entelektüel deneyimi vardı Brod’un. Max Brod yazar olmak istiyor, ancak bunca etkili olamayacağını da biliyordu. Bu deneyime de sahipti. Demek ki ölümsüzlük için ‘Kafka metinlerinin büyük kurtarıcısı’ olmak fena unvan değil. İşte bu yazıda söz ediyoruz Brod’tan. Bir başka yanıt daha vereyim ‘Neden okuyoruz?’ sorusuna… İşte tüm bunları bilmek, bizden başkalarının yaşadığını sezmek, zaafları, güçlükleri, açmazları, duyguları tanımak için okuyoruz. Bencil olduğumuzdan…

KURMACANIN SINIRI YOK
Kafka deyince; ömrünün son yıllarını geçirdiği Dora Diamant ile birlikte Berlin’deki Steglitz Park’ında dolaşırken rastladığı küçük kızdan söz etmeliyiz. Kız, oyuncak bebeğini kaybettiği için hüzünlü biçimde ağlamaktadır. Kafka, hemen bir öykü uydurur ve bebeğin bir seyahate çıktığını, küçük kıza bir mektup yazdığını, söyler. Kız mektubu merak eder. Kafka, ertesi gün getireceğine söz verir ve tutar. Kıza mektuplar yazmaya adar kendini ve nasıl sonuca ulaşacağına dair düşünür. Sonunda bebeği evlendirir ve mutlu sonla bitirir öyküyü. Bu metinler elimizde değildir ne yazık ki! Çünkü Kafka, yazmanın, okurluğun kişiye özel olduğunu düşünür. Pechmann’ın “Kayıp Kitaplar Kütüphanesi”nde bu meselenin ayrıntılarına rastlayınca gülümsedim.

Öncesinde Gerd Schneider’in romanı “Kafka’nın Bebeği”ni biliyordum. Kitap kitabı doğurur, okur bu izi sürer, koku alır… Bir kitaptan diğerine hangi gerekçeyle geçeceğinizi zamanla anlarsınız. Okuma deneyimi olmayan, bu yolu bilmeyen kimse için, önünde karmaşık, üstelik çok bilmeceli bir yığın vardır. Her kitapçı/kütüphane ruha yük olur. Oysa birbirine işaret eden kitapların yönüne doğru ilerlemek kolaylığı sağlar. Araştırmacı ve okur arasında temel fark bir amaca yönelik olup, olmamayla ilgilidir. ‘Okur’un işi okumaktır. Kendi gerekçelerini, ölçülerini koyarak okumak… Bunu yazar için de söyleyebiliriz. Schneider günlük bir olaydan hareketle, kendinden bir Kafka kurmuş işte… Kurmaca yazarının sınırı yoktur. Yeter ki düş gücü, yazma işçiliği olsun…

KÜTÜPHANE BİR KİMLİKTİR
Amatör Okur’ dönemi fevkalade sıkıcı ve aptalca bir süreçtir. Sürekli bir savrulma, dünyayı ilk kez keşfetmenin şaşkınlığıyla geçer. Tüm okuduklarından etkilenen bu zavallı amatör, dahası pek çok değersiz kitap içinde bocalar durur. Yalvaran gözlerle kitap tavsiyesi istemesi, başlı başına acıklı bir haldir. Bu döneme Feridun Benden’in demesiyle “Kese kâğıdı okumacılığı” süreci adı konabilir. Ne bulsa okuyan amatör, eğer biraz kafası çalışırsa, gittiği yolun yol olmadığını anlar ve seçmeye, seçkin olmaya doğru yönelir. Yazık ki pek çok heveskârın yolunu bulamadan, tüm bir ömür çer çöp okuduğunu biliyoruz.

Kütüphane oluşum süreçleri üstüne bir çift söz etmek gerek. Önce elinize aldığınız her kitabı değerli sanmak türü bir bayağılığa düşer, ardından bunun ne büyük bir ahmaklık olduğunu keşfedersiniz. İnsan zamanla kütüphanenin bir kimlik kartı olduğunu anlar. Kütüphane dediğimiz gereksiz bir yığın ve asla ihtiyaç duyulmayan kitabın, rastlantısal olarak bir araya gelmesi değildir. Kütüphane oluşma süreci iki yolla gelişir; eksilterek, tercih yaparak… Elden bazı kitapları hızla çıkarmak gerekir. Bu kitapların varlığı sadece gevezelik edilen bir dostla boş vakit harcamak gibidir. Bu eksiltme sürecidir. Yükten kurtulma…

Zamanla; ilgi alanı iyice belirginleşir ve hangi kitap, nerede olması gerekiyorsa yerini bulur. Bunun yalınlaşma süreci olduğunu söyleyebilirim. Deneyimli okur, nerede ne olduğunu bilir, kütüphane içinde kaybolsa bile, mutlaka o kalabalık içinde, aradığı mucizevi varlığın yattığından emindir. Bir de, her kitap okunmaz… Bazen varlığı önemlidir. Bakılır, dokunulur, sevilir… Deneyimli okur bunun nedenini de, hangi kitabın bu işlevi üstlendiğini de bilir… Kütüphanemle sıkça farklı zamanlarda ve kendimce fevkalade önemli bulduğum nedenlerden ötürü, sıkça boğuştuğumu söylemeliyim. Eksiltme işlemi belli bir yaştan sonra gereksinim duyulan bir olgudur. Tıpkı şiir yazmak türü bir haldir bu… Eksilterek yalın olmak…

OKUMA BÜYÜK AMAÇTIR
Başa dönersek; okurluğumu önemserim ve bu deneyimin kolay edinilmediğini bilirim. Yazarların dünyası üstüne okumak kadar, yazmak ve okumak üstüne de kafa patlatıyorum. Yayın dünyası serpilip, geliştikçe dünyada bu konuya merak saran ve salt okuma ve yazma eylemi için düşünen yazarlar olduğunu keşfediyorum. Garip bir tutkunluk bu… Ahmakların sorusunu hiç saymıyorum “Ne okuyayım?” İçimde gelen yanıt şu: “Kazık kadar olmuşsun, her haltı etmesini biliyorsun da, ne okuyacağını mı bilmiyorsun”

Kitaplara çıkarcı yaklaşarak, sürekli yarar gözeterek, bir tür piyasa usulü okurluğun hiçbir yararı yoktur. ‘Bu kitap bana ne verecek?’ sorusu yersiz ve aptalcadır. Kitaplar ticaret yapmaz. Almaz, vermez… Salt okumanın kendisi büyük bir amaçtır. Sözgelişi; bir şiiri okumanın kişinin dünyasında nasıl bir değişim yarattığını, yaşamı algılamada, çocuğuyla ilişkisinde ve ötesinde haz duymasında, nasıl bir değer kattığını nasıl anlatır insan. Şiirsiz bir kimseye ne söylenir ki!

Romanları tarihsel bir sırayla okuma çabası, hemen sıkıntı verir. Klasiklerden günümüze gelme çabası sıkıcıdır. Güncel olan edebiyatla, tarihsel olan birbirine pek çok gönderme yapar. Eğer tercihler doğruysa bu akışa kendini bırakmakta yarar vardır. Roman salt bir serüvenin peşinden gitmek olarak okunursa, sığ bir deniz, güdük bir kulaç sallama eylemine döner. Mutlaka deneme kitaplarına, felsefeye yolu düşer kişinin. Düşmüyorsa, çıkmaz sokakta olduğunu fark etmeli okur…

Kitaplar ideolojiden bağımsız kılınamaz. Hem söyledikleriyle, hem varlıklarıyla. Düşman sayılmasının gerekçesi açıktır; tetikler insanı, düş kurmasını sağlar, yeni kavramlar, dil gelişmesine olanak verir ve en önemlisi yazarı değilse de, her kitap isyankârdır. Bu günlerde çok satanlar listesinde ‘büyükler için boyama kitapları’ başköşede. İşte bu içinde bulunduğumuz düşünsel sefaletin göstergesidir. Sadece bunun üzerine bir yazı yazılabilir. Bunca başyapıt varken, insanlar bu ahmaklığa boyun eğiyorsa, dünya neden daha iyi olsun ki!

İyi okumalar diyecektim ama, sanırım boyamalar zamanındayız.