Neo-liberal siyaset ya da post-modern denklem; hayatımızı esir almaya, kendi doğrularını mutlak olarak dayatmaya ve itiraz edeni tefe koyup çalmaya devam ediyor. Güçlü olanın her vakit ‘haklı’ sayıldığı, piyasacı olanın meşruiyetinin sorgulanmadığı bir süreçten geçiyoruz. Tünelin ucu karanlık… İktidar sahibinin dayanaksız sallamaları, içinden geçenleri düşünmeden bir hezeyan halinde kusması, bu liberal tacirler dünyasında hiç tuhaf değil. Müşterisi var nasılsa. Lakin ‘aydın’ kavramı alabildiğine demode…

“Bursa Kitap Fuarı” günü yazıyorum bu satırları. Fuar alanı panayır yeri! Rengarenk bir çirkinlik arasında, yazar-çizerler ‘sirk hayvanı’ gibi sergilenmekte. Uğultu, gürültü, keşmekeş alabildiğine! Bir yazara ya da kitaba ulaşmak rastlantısal olabilir ancak. Falcılar, büyücüler, kişisel direnişçi gevezeler, AKP’nin yarattığı kerameti kendinden menkul yazarlar(!) arasında sıkışmış vaziyette yazın/düşün yaşantımız. Başı sonu belli olamayan cümle yaza(n)larına “duygu tasvircisi” diye bir ad konmuş. Okur ne aldığını bilmiyor, yazan ne yazdığının farkında değil; satan halinden memnun…

Özellikle gençlere kakalıyorlar bu içerikten yoksun, zevksiz metinleri. Tiksindiğim bir laf vardır: “Oku da ne okursan oku” diye, anca aptallara söylenir. Okumak bir kimlik meselesidir. Salakça yazılmış metinleri okursa kişi, daha bir salaklaşır. Vüsat O’Bener, Yusuf Atılgan, Tezer Özlü, Leyla Erbil, Sevim Burak, Salah Birsel anımsanmıyor bile… Şiir, öykü, roman, deneme denen türler buharlaşmış. Hibrit çağın abuklamaları arasında geçiyor ömür. Sıcak, kalabalık, özensizlik, zevksizlik arasında yuvarlanıyor insanlar… Yogacılar, özel okul sahipleri, bir de düğün dernek yaptığını sandığım tuhaf kişiler istila etmiş “eğitim” bölümünü. İnsan onları görünce eğitilmekten vazgeçer yeminle!

Yadırgadığımı, şaşırdığımı söylemek isterdim ama yazık ki öyle değil. “Yeni Türkiye” manzarası bu! Erdoğan askeri vesayeti bitiren kahramanken, bu sıfatı sevmiyor vazgeçiyor! Askerlere: “Kandırıldım” diyor, kestirip atıyor, kimseden çıt çıkmıyor. Soru yok, sorgu yok. Ordusunu koruyamayan generallerin olduğu bir ülkede güvende yaşıyoruz. “Bu generallerle savaşa girseydik ayvayı yemiştik” diyen Arınç tepeden tırnağa haklı. Yahu insanlar bu generallere: “Darbecilik oynamayın” dedi, “Hakkınızı hukukunuzu cemaate teslim edin” demedi ki! Hadi bakalım bir babayiğit yandaş çıksın da Erdoğan’a: “Askerci, darbeci, eski Türkiye’nin köhnemiş zihniyeti” desin!

Cemaatleşme her yanda öteden beri vardır memlekette. En çok kültür/edebiyat/ sanat hayatında görünür sanılanın tersine. Köşesinden parlatır birbirini bu kişiler. Ya da nedeni belirsiz gıcıklıklarından ötürü, sevmediklerini örgütlü biçimde dışlarlar. Kimse yadırgamaz bu halleri ve açıktan dile getirmez. Eğer bir kez “Kral Çıplak” dersen kovulursun cemaatten, ardından da ara ki bulasın seni basacak yayıncı, tanıtacak dergi ya da sual edecek bir röportajcı! İnsanın en büyük özgürlüğü düşünmek ve bunu dile getirmekse, yalnız kalmanın gücünü de eklemeli buna. Bazen tüm bu önüne dikilen kalabalığa karşın rüzgarın tersine yürümeyi yeğler insan. Aziz Nesin: “Ah Biz Ödlek Aydınlar” diye yazmıştı. Haklıdır.

“Yetmez Ama Evet” günlerinde, bu dayatma faşist bir baskıya dönmüştü. Kim çıkıp: “Hayır” diyeceğim diye kendini ortaya atsa, bu çevrelerce linç edildi. O gün direnenler bugün haklı çıktı. İşin matrak yanı, Erdoğan bugün o referandum için oy kullansa, muhtemelen “hayır” diyecektir. Yan yana düşmekten hoşlanacağım son kişi kendisi ama bu günler türlü garipliklere gebe böyle…

Yine bir dayatmayla karşı karşıya düşünce dünyası! Yazık ki; sormak yasak, eleştirmek suç! Önümüzde seçim var ve kendin gibi olursan cemaatten dışlanırsın. Mutlaka onların işaret ettiği biçimde konuşacak, hatta propaganda yapacak ve oy atacaksın.

Benim bildiğim “aydın” iradesini kimseye devretmez. Ne bir “Başbuğ”a, ne bir “Önder”e ne de “Tanrı”ya! Fuar neyse, memleketin hali o!