“Evlatlarımızı feda etmeye hazırız” diyor bi tanesi, (Evlatlarını, akrabalarını sorsan hiçbirinin konuyla alakası yok) diğeri geliyor “Bu ülke için şehit olmaya hazırız” diyor. En büyük olayı 3 gün aynı gömleği giymek kendisinin… Bir diğeri Mercedes’inden ibret olsun diye biz ölümlülerin arasına inerek “Yeri geldiğinde din, vatan ve bayrak için canımızdan geçebiliriz” diye konuşma dağıtıyor. Kan kırmızı pastanın kremasının üzerine de en son çileği yerleştiriyor beriki “İnanıyoruz ki şehadet makamına ulaşmış olan bu şehidi uğurluyoruz. Ne mutlu onun ailesine, ne mutlu onun tüm yakınlarına”… Sonuçta her canlı organizma bütünlüğünü bir noktada yitiriyor, hayat denen döngüsünün sonuna geldiğinde ölüyor. El mecbur, yapacak bir şey yok...

Mısır’da firavunlar “Ölümden sonra da rant vardır kesin” diye altınları, mücevherleri ucuz ucuz alıp mezarlarına, yanlarına gömüyordu. Yıllar sonra arkeologlar mücevherlerin bir kısmını bulabildi. Kalan kısmını firavunlar öteki tarafa götürmemişti, hatta yerlerinden kalkıp bozdurmaya bile gidememişlerdi. Firavunların altınlarını mezar yağmacıları vakumlamıştı. Demek ki piramidin cebi yokmuş. Belki bizde daha farklı bir sistem vardır, tam da bilemiyorum.

Bizimkilerin yıllardır çok severek kullandıkları bir terim bu. Anlamı artık ne bilemiyorum, çünkü en son maden kazasında hayatlarını kaybedenler ve iş kazalarında hayatlarını yitirenlere de bolca dağıtmaya başlandı. Öyle bir hisle anons ediliyor ki bu sonuç, sanki bizimkiler istiyor ki herkes güzel bir şekilde ölsün de bu mertebeye erişsin sonucu çıkıyor. “Çünkü bu dünyada yaşatamadık sizin evladınızı” diyemiyorlar. Ama bir şekilde eğer “Ne mutlu onlara” edebiyatı başlarsa orada biraz tedirgin olabilmeliyiz. Bu nasıl bir promosyon? Nasıl bir motivasyonla ya da promosyon hissiyle, dünyada yaşamak yerine ölüp hayata başka bir boyutta ama çok iyi bir mevkide devam ettirmenin daha harika olduğu söylenebilir? Tamam, tabii ki insanların dilerlerse savunacakları değerler olmalıdır ama ölen kişiye de soramazsın ki? Bir de bu sıkıntılı durumu hayatlarını kaybedenlerin ailelerine söylemek de gerçekten de eminim ki ailelerinin yanan yüreklerine su serpmiştir. Bir yanda evlat acısı, bir yanda “Ne mutlu size” retoriği. Geldiğimiz son nokta bu.

Yaşamanın, hayatta kalmanın zaten çok çok da kolay olmadığı coğrafyalardan biriyiz. Bunu her geçen gün gelen kötü haberleri artık hafiften kanıksamamızdan anlayabiliriz. Biz de politikacılar gibi bakmaya başlıyoruz sanki. Her gün 3 kişi, 4 kişi, 5 kişi diye sayıları görüp, dramları okuyoruz, hayatın önemini giderek unutuyoruz, hayatta kalmanın bir şans olduğuna inanmaya doğru karamsar adımlarla ilerliyoruz. Günden güne ölüm toplum için normalleşiyor, hiçbir şey eskisi gibi şaşırtmıyor.

Durumu bizden daha kötü ülkelere baksak, onlarda da aynı bizdeki gibi durumlar oluyor. Dünyanın karanlık yüzünde işler bu yolda ilerliyor. Pazar bölgesine savaş uçakları bomba yağdırıyor, intihar bombacıları kalabalıklarda düğmeye basıyor. İnsanlar ölüyor, sayılar büyüyor. Kimse umursamıyor, benimsiyor, daha çok sayıda ölüm normalleşiyor.

Oysa değerli olan hayatta tutmak, vatandaşını yaşatmak, eğitmek, büyütmek, bunları becerdikten sonra onun hayatını daha iyi hale getirmek, bir şeyler üretebilecekleri, hayata bağlanacakları değerlere bağlamak ve hatta iyi vakit geçirmesini sağlamak olmalıydı, tabii buralara daha çok var.

Rant ve güç daha tatlı gelince tuhaf bir bağımlılık gibi giderek kendisine seni iyice yapıştırınca, ondan başka hiçbir şeyi görmüyorsun. Gücün varsa, herkes senin için bir ya da birkaç haneli sayı haline geliyor.
Sonra da arkanda sayıları bırakıp hak ettiğin yere gidiyorsun, bir hiç olarak.