Kimilerine anlamsız gelebilir, gelsin, yine de sürdürelim kültür tartışmasını. Sürdürelim, çünkü orasından burasından çekiştirilebiliyor. “Geçmiş, içinde yaşanacak bir şey değildir” diyen (Görme Biçimleri; Metis. sf.11) John Berger’in sözleri de çare olmuyor. Bakıyoruz, bir “sanatçı” biat etmiş; “eyvah, işte kültür alanında da hegemonyasını kurdu.” Oysa görebilsek, bileceğiz ki, “kuru gürültüdür, işini yitirme korkusudur, güce yakın olma […]

Ömrü uzundur inatçı filin

Kimilerine anlamsız gelebilir, gelsin, yine de sürdürelim kültür tartışmasını. Sürdürelim, çünkü orasından burasından çekiştirilebiliyor.

“Geçmiş, içinde yaşanacak bir şey değildir” diyen (Görme Biçimleri; Metis. sf.11) John Berger’in sözleri de çare olmuyor. Bakıyoruz, bir “sanatçı” biat etmiş; “eyvah, işte kültür alanında da hegemonyasını kurdu.” Oysa görebilsek, bileceğiz ki, “kuru gürültüdür, işini yitirme korkusudur, güce yakın olma tutkusudur. Buradan bakarsan arınmadır.” Becerebilsek bakmak-görmek-bilmek arasındaki çelişkili süreklilik bizi zenginleştirecek.
Aslında tartıştığımız “şey” kuyruğundan, kulağından, hortumundan tuttuğumuz fildir. Ya da “…” kültürün, pek çok faaliyeti ve özelliği ortak bir kümede toplayarak, bunlar arasında dikkat edilmesi gereken ayrımları fiilen karıştıran ya da gizleyen bohça halinde bir terim olduğunu unutmamalıyız” diyen Edward P. Thompson’a kulak verebiliriz. (Avam ve Görenek; Birikim yayınları. sf.26)

Fillerin uzun ömürlü ve inatçı olduklarını da ekleyelim mi?

Cehalet aklım uçurdu

“Pek çok faaliyeti ve özelliği ortak kümelerde toplayan” kültürel birikim, insanlık tarihi boyunca üretilenin aritmetik toplamı değildir. Yaratılan eserler, gerçekleştirildikleri zamanda toplumsal gereksinimlerin, ekonominin, politikanın izini taşırlar. Daha sonra o çerçeveden çıkarlar; işlevleri değişir, insana ait olan ne varsa, süzülüp gelen estetik, güzellik, bir kere daha yenilenir, şimdiki zamanın insanına baksın diye değil, görsün diye sunulur. Kültürel birikim geri olanı, geride kalanı büyük bir maharetle unutuşa terk edecektir. Muhafazakar ise bütün bu olup bitene anlamaz gözlerle bakacak, örneğin Osman Hamdi Bey’in Kaplumbağa Terbiyecisi’nde o zamanları arayacak, ne insanı, ne kaplumbağayı, ne müziği, ne ışığı, ne bakışı görecektir.

“Kültür bohçası” gerçekten karmaşık, herkese yer verebilecek kadar karnı geniş, ideolojik kavganın tüm hızıyla sürdüğü büyük bir dünyadır. Türkiye’de kültürel parlama, Osmanlı’nın son döneminde ray değiştirme çabasıyla başladı; toplumun, toplumsal olanın farkına varan edebiyatçıların, sürgünü, zindanı göze alan aydınların sarayla kapışmasıyla devam etti. Özellikle devrimin yatağı Fransa üzerinden Batı kültür dünyası ve ideolojileriyle, sosyalist fikirlerle yakınlaşma çabası olarak kendini gösterdi, cumhuriyet döneminde yoğunlaşarak sürdü.

Siyasi iktidarın bilinçli bir şekilde kültürel hegemonya kuramamaktan yakınması, üçüncü dördüncü liglerden yandaş “sanatçı” devşirmesi, bir kültür yaratma hareketi değil, cehaleti yaygınlaştırmak, kültürü yok etmek niyeti ve çabasıdır.

Bencilliğin filozofu olarak haklı bir ün kazanmış Bernard Mandeville’den günümüze 2019 yılına kadar cehaletin övgüsü hiç eksilmedi, Mandeville’in sözleri gerçekten ibretliktir: “En pespaye koşullarda toplumu mutlu ve halkı rahat ettirebilmek için ahalinin büyük bir kısmı yoksul olduğu kadar cahil de olmalıdır.” (1714 basımı The Fable of the Bees’ten aktaran E.P.Thompson, a.g.e. sf.15) Türkiye’de de rejimin elemanları, yandaşları bu umudu, neredeyse aynı sözcüklerle sık sık dile getirmiyorlar mı?

Geçmişte yaşanmaz

Sürekli gelişen çağdaş düşünce akımlarıyla ilişkili, bilimden teknikten güç alan, toplumun hafızasında yer etmiş, gücünü tarihsellik ve nesnellikten alan kültürün, ideolojik ya da siyasi saldırılara boyun eğeceğini düşünmek Türkiye’nin kültür dünyasını tanımamak demektir. Nazımların, Turgut Uyarların, Yaşar Kemallerin temsil ettiği kültür birikimini yok etmek ya da yok saymak mümkün değildir.

Eski zamanlarda yaşamayı önerenler, özleyenler çok olabilir ama Berger’in dediği gibidir: geçmiş, “eyleme geçerken içinden bir şeyler çekip çıkarttığımız sonuçlar kuyusudur.” (a.g.y)

Bunun doğal sonucu da, çağdaş kültürle kavgalı, muhafazakar kalıba sığmayan otoriter siyasetin varlık gösterebilmesinin imkansızlığıdır. Kültür alanında, ideolojiler dünyasında çatışmalar hep ileri doğru çelişir, çözülür. Kültürden söz ediyoruz, herkesin 15 dakika şöhret olduğu, siyasetin pek sevdiği postmodern sahtekarlığın markacı “popüler” kültüründen değil. Kapitalizmin kadim “cehaleti yaygınlaştır ve yönet” tezi ile varlığını sürdürmeyi düşünen iktidarların gelişkin bir kültürle ilişki kurmaları, bakmayın arada bir Nazım okumalarına, imkânsızdır…

Peki hiç gerileme olmaz mı? Olur. Yasaklar, artan baskı, kültürel gelişmeyi, kültür üretimini geriletebilir; ama çağdaş ideolojik vargılardan, bilimsel gelişmelerden beslenmesi engellenemeyecek olan sanat, edebiyat ve diğer dallar niteliksel sıçramaya hazırlanacaklardır. Orta çağ karanlıktı ama aynı zamanda Rönesansın kuluçkasıydı. Ortaçağ uzmanı olan Umberto Eco’dan ödünç alacağımız bir cümle belki de zihnimizi açabilir. Şöyle diyor Umberto Eco: “Ortaçağ devinimsiz ve dogmacı görüntü altında paradoksal bir biçimde bir ‘kültür devrimi’ olmuştur.” (Günlük Yaşamdan Sanata; sf.42, Can Yayınları)

Robinson Crusoe’nin yazarı Daniel Defoe da bu konuda önemli bir tanıktır. Bu ünlü yazarın, sık sık iflas eden müflis tüccarın, kralla çatışmayı göze alan politikacının ilginç romanı Marx’a göre emek-değer kuramının, daha sonra maddi üretimin toplumsal ilişkiler içinde ortaya çıkışının örneğidir. (Kapital, Cilt I. sf.86. Yordam Yayınları) Marx uzun bir paragrafta birikimden değerin belirlenmesine kadar olan süreci neredeyse şiirsel bir dille anlatır; Bana sorarsanız Daniel Defoe, edebiyatı Marx’ın kalemi kadar güçlü olmayan bir yazardır.

Daniel Defoe’nun ait olduğu sınıfı, düzeni koruma konusunda beceriksiz politikacıları nasıl haşladığına, onlara tehlikeyi nasıl haber verdiğine de bakalım. Şöyle yazıyor Defoe: “Bu ülkenin sefil koşulları şimdi o haldedir ki. Kısaca eğer böyle devam ederse yoksullar zenginler üzerinde hükümran ve hizmetçiler efendilerinin yoneticisi olacaktır, Plepler neredeyse Patrisyenleri kuşatmıştır… Tek kelime ile düzen tersine dönmüştür, astlık üstlük sona ermiştir ve de dünya baş aşağı durmaktadır.” (Aktaran E. P. Thompson, Avam ve Görenek. sf.31)

Tamam bıktınız ama başka çözüm var mı?

Türkiye’de yöneticiler sistemin krizde olduğunu, çarenin sistemin içinde olmadığını da biliyorlar. Bu nedenle de “zecri tedbirlere” zorunlu önlemlere başvuruyorlar. Baskılar hemen her alanda pesimizme yol açıyor; konformizme eğilim artıyor, teslimiyetçilik gittikçe yayılıyor. Kendine güvenin yerini kimseleri beğenmeyen içi boş gurur aldı.

Oysa tam da şimdi bütün bu kötü huyları aşabilecek, baskılara karşı çıkabilecek demokratik bir hareket, gelişmeleri geleceğin ışığıyla yorumlayabilecek, “putları kırıyoruz” kolaycılığına düşmeyecek aydınların, onlarla dürüst ilişkiler kurması gereken siyasetçilerin, en önemlisi gerçeği bilme, öngörme hakkını kendileriyle sınırlamayacak güçlerin demokratik birliği gerek bize.

Peki, geniş kiteleri saracak, sarsacak kültürel üretimi, birikimi küçümseyenler, onlarda geleceğin izlerini göremeyenler, “yıldızın parladığı” zamanlarda kültürel mucizelerin nasıl gerçekleştiği konusunda fikir sahibi olmayanlar bu işin üstesinden gelebilirler mi?