Orhan Veli... ‘Ve birden kalbe çırpınışlar veren hatıra’
Oktay Rifat’ın “Orhan anasının karnından ileri bir adam olarak doğmadı. Ama Orhan önce kendini değiştirmekle işe başladı” cümleleri, köprüleri atıp kılıç sallamanın metafor olmadığının kanıtıdır
“Orhan Veli’nin şiirleri nasıldı baba?”
“Örneğin, Süleyman Efendi’nin nasırından söz eden şiirlerdi. Ayağında nasır varmış, çok acıyormuş.”
“Şair bunu mu anlatıyor şiirde?”
“Şair aslında bunu anlatır gibi yaparken, bugüne kadar işlenmemiş, önemsenmemiş konuları ele alıp dikkatimizi onlara çekmeye çalışıyor. Süleyman Efendi gibi insanlardan hiç söz edilmezmiş şiirlerde, romanlarda, hatta tarih kitaplarında bile; hep padişahlar, komutanlar, liderler öne çıkarılırmış. Şair, yok sayılan insanların sorunlarına da eğilmemiz gerektiğini hatırlatıyor.”
“Onunla kimse ilgilenmediyse, yazık olmuş Süleyman Efendiye baba.”
“Kimseye yazık olmasın diye şairler var Aras. Kimseye haksızlık edilmesin diye…”
Yedi Yetmiş Dergi’de çocuklara şiiri-şairleri sevdirmek için kaleme aldığım yazılardan birinde oğluma Orhan Veli’yi böyle anlatmış, ‘Köprüleri Atan Şair: Orhan Veli’ başlıklı yazımda da, onu bana öğreten iki Hasan’dan söz etmiştim: İlki, Hasan Pulur: “Varlık Dergisi, Orhan Veli’nin mezarını yaptırmak için bir kampanya başlattı. Ben de sınıfta 16 lira para topladım ve Varlık Dergisi’ne gönderdim. Daha sonra Varlık, kampanyaya katılanları liste halinde yayımladı. Orada ‘Kabataş Lisesi 4-B öğrencileri’ yazıyordu. Bunun üzerine bir hocamız bizi ihbar etmiş, Disiplin Kurulu’na çağrıldım. Kurulun Başkanı Galip Baba denilen Galip Vardar: “Gel bakalım bre melun, sen Orhan Veli’nin mezarı için para toplamışsın, öyle mi?” dedi. “Evet” dedim. “Niye bana haber vermedin?” diye kükredi ve devam etti: “Söyleseydin 5 lira da ben verirdim.” Aynı yıllarda, Bursa Erkek Lisesi edebiyat öğretmenlerinden Muzaffer Gürses, derste Orhan Veli’den şiir okuması sebebiyle öğretmenlikten alınarak kütüphane memurluğuna atanır. Bu onurlu görev değişikliğine tanıklık eden, odamın pencerelerini açtığı bir sabah mırıldandığı dizeleriyle Orhan Veli’yi arkadaşımmışçasına sevmemi sağlamış, köy enstitülü, emekli edebiyat öğretmeni dedem Hasan Ceyhan’dır.
Bugünün en rahat, en hercai duygularla okunan şairini sevmek az komünistlik değilmiş! (“Açlıktan bahsediyorsun; / Demek ki sen komünistsin.”) Köprüleri attığını söylemişim ya, köprüleri attıktan sonra daha bir görünür olan boşluğa kılıcını savurandır diyorum şimdi de Orhan Veli için, tıpkı Cyrano de Bergerac gibi:
“Beyhude mi? O malum! Sen başla saldırmaya!
Mutlaka galip gelmek için çarpışılmaz ya!
Evet, hatta beyhude olunca daha güzel!
-Nedir bu kalabalık? Bin kişi mi? Mükemmel!
Sizi tanıdım şimdi, bizim eski düşmanlar!
Yalancılık,
(Kılıcıyla boşluğa vurur.)
Al sana! – Zamaneye uyanlar!
Bunlar da hurafeler, alçaklıklar! (Vurur.)”
Oktay Rifat’ın “Orhan anasının karnından ileri bir adam olarak doğmadı. Toplum içindeki yeri, etrafını saran düşünceler onu daha çok geriliğe götürecek cinstendi. Ama Orhan önce kendini değiştirmekle işe başladı” cümleleri, köprüleri atıp kılıç sallamanın metafor olmadığının kanıtıdır. Kendini değiştirmekle işe başlayan insan, kendini-büyüklüğünü-benzersizliğini anlatıp duranların dünyasından uzakta yaşamaya yazgılı (“Hatırımdan bile geçmezdi / Sana duyduklarımı söylemek”), budalaca bir sözcük enflasyonunda tüketilen inceliklerin esirgenmesi görevini üstlenendir: “Bir yer var biliyorum; / Her şeyi söylemek mümkün; / Epeyce yaklaşmışım, duyuyorum; / Anlatamıyorum.”
“Uyandım baktım ki bir sabah, / Güneş vurmuş içime; / Kuşlara, yapraklara dönmüşüm, / Pır pır eder durur, bahar rüzgârında. / Kuşlara, yapraklara dönmüşüm; / Cümle âzâm isyanda; / Kuşlara, yapraklara dönmüşüm; / Kuşlara, / Yapraklara.” Cümle âzâmız isyanda olmalıdır, hayatımız şiir olacak, şiir sahiden bir iş görecekse. Edip Cansever ‘İkindi Üstü’nü yayımladığında Orhan Veli ne yazmıştı ‘Varlık’ta (Sayı: 329, 1947), bilirsiniz: “İkindi Üstü şairinin hoşlandığı birtakım olaylar bulunabilir. Ama bunları anlatmakla şiir söylenmiş olmayacağını, bunların şiirden ayrı şeyler olduklarını bu genç şairin düşünmesi lazım.
Düşünmezse, hem kendine, hem de şiire kötülük etmiş olur… Şiir, hikâyeden çok, nesirden çok, yahut herhangi bir sanattan çok, şiir olmalıdır. Bu da onun öteki sanatlardan farklı olan taraflarını anlamaya çalışmakla olur. Onu öbür sanatlardan ayıran özellikleri anladıktan sonra şair şiirin kendisiyle karşı karşıya demektir. Şiiri, gerçek şiiri meydana getirebilmek için nelerle cebelleşmesi gerektiğini ancak o zaman görür. İşçilik de ondan sonra başlar.” Düşünmek, anlamaya çalışmak, cebelleşmek, işçilik etmek eylemlerinin hakkını vermeden şiiri meydana getirdiğini sananlara, (İkinci Yeni) Edip Cansever’in o kitabını sonradan reddettiğini, (Birinci Yeni) Orhan Veli’nin Türk diline-şiirine değerli bir şairin kazandırılmasında -olur olmaz överek değil kıyasıya eleştirerek- katkıda bulunduğunu hatırlatalım.
İlk şiirlerinden biri -‘Ölümden Sonra Neşelenmek İçin Lied’- okunsa, ağdalı sözleri şiir sananlara daha az rastlanır, “Bir kadının suya değiyor ayakları” dizesindeki erotizm duyulabilse sevişmeler çiçek açar, kadınlar daha bir güzelleşir, erkekler insanlaşır.
Mart denilince kediyi andığı doğallıkta hak denilince işçiyi şiirine buyur eden, “Ve neden ihtiyar değirmenci / Allaha inanır düşünmeden?” diye soran şairi, yurdun iliğini kemiğini sömüren gerici iktidarların sebep olduğu çürüme döneminde anmak, onun şu cümlelerini de anmaktır: “Varlığını milletin diline borçlu olan şair, ona hizmet etmek, onun daima var olmasına çalışmak zorundadır… Doğru! Halk şiirden anlamaz. Ama bundan halk mı sorumludur? Halk okutulmuş, şiirden anlayacak seviyeye getirilmiş midir? Bu iş şairin işi midir? Şüphesiz değil. Ama… Bu gerçek, şaire fildişi kuleye çekilerek yaşayamayacağını, dünyada başka işleri de olduğunu hatırlatır.”
Dünyada şiir yazmaktan başka işlerimiz de olduğunu, kirlerimizden temizlenip iyi adam olmak için ölümü beklememek, mücadeleye katılmak gerektiğini duyurandır Orhan Veli. “Çocuk alınlarda duyulan sıcak öpücük”tür “ve birden kalbe çırpınışlar veren hatıra.”