Çok uzun zaman önce, çok uzak (taksiyle evlat acısı) bir galakside.

Şöyle bir ülke düşünsenize…

Ülkenin üzerinde bir tabela var, kocaman, çirkin, kötü bir yazı tipiyle, ciddi bir şekilde “Her şey satılık” yazıyor.

Sınır kapılarında gümrük memurları “Ülkemizden tarihi eser filan kaçıracaksanız, size vergi indirimi de yapabiliriz” diyor. Kolaylıkları anlatıyor. Silah kaçıracaksanız daha çok seviniyor memurlar. Çünkü bu ülkede sadece silah kaçıranları yakalayanlar tutuklanabiliyor. O yüzden kafanız rahat. Pamuklar gibi geliyorsunuz memleketinize.

Öyle güzel bir ülke ki, her şeyin en büyüğünü seviyor bu memlekettekiler. Kocaman olsun, tarzımızı dünya alem görsün anlayışı hâkim. Her konuda böyle. Mesela bir politikacıysanız, halk içine çıkarken 300 korumayla, 30 makam aracıyla, 20 keskin nişancıyla, 1 tank, 2 denizaltı, bir de helikopterle çıkıyorsunuz. Zaten halk da halk gibi halk. Sizi bağrına basıyor. Evinde suyu akmıyor, son zamlarla ve ülkenin parasının değerinin aniden düşmesiyle 4-5 asgari ücret eden telefonunu getiriyor, sizinle bir selfie çektiriyor. Halfi, selfi günleriniz geçiyor gidiyor. Halk sizi çok sevdi ama siz onu neden arkadaş olarak eklemediniz, onlar bunu hiç bilmiyor.

Ülkede dediğim gibi her şeyin en büyüğü kovalanıyor sürekli. Çünkü biliniyor ki bir şey ne kadar büyük olursa o kadar iyidir. Görenler “Hey Maaşallah, şöyle bir dur da gölgesinde çay içelim” desin isteniyor. Hatta bu ülkede bir bakan çıkıp sırf gösteriş olsun diye sahilleri doldurup uzaydan görünecek şekilde “EVRYTHİGS İS SALE” yazdırmıştı. Tabii yazım hatası filan kimsenin umurunda değildi. Zaten bakanın da kendi vücut dilinden başka bir dil bilmediği ortaya çıkmıştı. Bu rezalet sonucu ülkede yer yerinden oynamış, gazeteler bakanın hemen başbakan yardımcılığına hatta başbakanlığa atanmasını istemişti. Öyle de olmuştu ama bu kez de bakan kendisini başbakanlığa götürmek isteyen korumalardan ürkmüş ve 20 metre yüksekliğinde duvarları olan, içinin bazı katları sadece para ve altın dolu olan villasının duvarından kafa üstü düşüp saksıyı kırmıştı.

Çanak çömlek patlamasına alışkın olan ülkenin insanlarını bu sefer başbakansız kalacakları korkusu sarınca yıllar boyu kafası bağlı sadece “Eppeğ”, “Eppeğk” ve “Bunlağğ” kelimelerini söyleyebilen bu arkadaş uzun süre ülkede başbakanlık yapmıştı. Ama halk her şeye rağmen mümkündü. Dere yataklarına devletin yaptığı konutlar her selde birkaç can alıyordu ama yaşamak böyle bir şeydi. Ölmedikçe yaşamın değeri anlaşılamazdı. Sonuçta zaten her şey doğal afetti, önlenemezdi. Bir ara bakanlar çıkıp bunu ekranlarda söylediklerinde halktan öyle büyük bir destek almışlardı ki, “Biz bi yerde yanlış mı yapıyoruz” diye düşünmeye başlamıştı koskoca kabine.

Neyse, ülkede her şeyin satılık olması çok güzeldi. Para her şeyi yönetiyordu aslında. İnsanlar ikiye ayrılıyordu, para sahipleri ve parasızlar… Parasızlar için her gün ölümlerden ölüm beğen festivali gibi güzel bir ortamdı hayat. Yanlışlıkla kafanıza bomba düşebilir, ya da kim olduğunu bilemediğini birileri tarafından vurulup öldürülebilir, o da olmazsa bir araba kazası, ya da yol kenarında çiçek satmaya çalışırken bir zenginin arabası altında kalabilirdiniz. Ölmedikleri, hayatta kaldıkları her gün onlar için devletlerinin bir lütfuydu. Yaşasın zenginlik! İyi ki vardı, iyi ki her şey satın alınabiliyordu. Çünkü satın alınmasa, hayatın değerini anlayıp buna şükür edemeyecektik. Çok şükür bugün de mahalleden şehit haberi gelmedi…

İşte bu memlekette her şey satılık olunca herkes de bir şeyleri satın almak istiyordu sürekli. Tabii bir noktada da para meselesinden mevzu çıkıyor, çıkarlar birbirine giriyor, kazanan hep kasa oluyordu.

Ahlak siyasetin tek limanıydı ve uzun süre önce o da en fazla sakalı atana uygun bir fiyatla özelleştirilmişti.

Her şey kendini, değerlerini ve çevresindekileri satmayı sevmekle başlamıştı. Sonrası güzel geldi.