Rivayet odur ki; Ekim Devrimi’nin yetmiş birinci gününde Lenin daha önce eşi benzeri görülmemiş bir sevinç yaşamış, hoplayıp zıplayarak dans etmiş, karlar üzerinde çocuklar gibi yuvarlanmıştır.

Nedir bu yetmiş birinci günün özelliği peki? Yetmiş birinci günün özelliği, Ekim Devrimi’nin, yani işçi sınıfı iktidarının, tarihin ilk işçi sınıfı iktidarından, yani Paris Komünü’nden bir gün daha fazla yaşamış olmasıdır. Lenin’in kutladığı işte o “Bir gün fazla yaşamak”tır.

Evet, 1871 yılında Paris’i yetmiş gün boyunca çoğu Fransız olmakla birlikte farklı uluslardan işçiler yönetti ve neticede yenilmiş olsa da Komün insanlığa muhteşem bir “doğrudan demokrasi” deneyimi armağan etti. O zamanlar henüz hiçbir ülkede tam olarak tesis edilmiş olmayan genel oy hakkı tüm halka tanındı. Yasamaya gönderilen isimler ya işçi ya da işçi temsilcisiydiler ve yine işçiler tarafından her an geri çağrılabilirler, yani görevden alınabilirlerdi.

Komün, tüm kamu görevlilerinin de benzer bir şekilde görevden alınabileceği esası üzerine kurulmuştu ve memur maaşları ile işçi maaşları eşitlenmişti. İşçi sınıfı iktidarı, süreklileşmiş polis ve ordu aygıtlarını dağıttı ve yerine silahlanmış halkı koydu. Yargıç ve hâkimlerin tüm kamu görevlileri gibi seçimle gelmesi ve halk tarafından görevden alınabilmesi ilkelerini benimsedi.

İşçi sınıfı iktidarı, siyasallaşmış ve kurumsallaşmış dine, yani Kilise’ye karşı büyük bir savaş başlattı ve Marx’ın dediği gibi “rahiplerin iktidarını kırma” işine girişti. Kilise lağvedildi ve mal varlığı kamulaştırıldı. Eğitim kurumları parasız olarak tüm halka açıldı ve hem devletten hem de kiliseden kurtarıldı, yani laikleştirildi.

Ancak mesele sadece Kilise’ye ve rahiplere karşı mücadele ile kalmadı; Komün, yıktığının yerine hızla yenisini inşa etmeye, yeni bir toplum ve insan yaratma faaliyetine girişti ve bunun için de eldeki en iyi araç eğitimdi.

Komüne damgasını vuran fikir, “politeknik”, yani “bütünsel” eğitimdi, çocuklar öyle eğitileceklerdi ki; kafa emeğiyle kol emeği arasındaki ayrım ortadan kalkacaktı. Erkek ve kız çocuklar hem teorik hem pratik eğitim alacaklar, hem okula hem atölyeye gidecekler, hem bir aleti ustalık derecesinde kullanabilecekler hem de kitap yazabilecekler ya da enstrüman çalabileceklerdi. Böylece sadece elleriyle değil kafalarıyla da üretmeleri amaçlanıyordu.

Komün eğitiminin ahlaki ilkeleri, Paris sokaklarına asılan posterlerde şöyle sıralanıyordu: “Çocuğa başkalarını sevmeyi ve onlara saygı duymayı öğretmek, çocukta adalet sevgisi uyandırmak, kendisine verilen eğitimin herkesin çıkarları düşünülerek verildiğini öğretmek.”

Komün bunun için Kilise’nin eğitimle bağını kesti, bütün çocuklar için zorunlu, kamusal ve laik eğitim kuralını getirdi. Kilise okulları kapatıldı ve okullardan bütün haçlar, dini heykeller ve ikonlar kaldırıldı. Tüm bu düzenlemelerde Enternasyonal’in üyeleri büyük rol oynadı, zaten Enternasyonal daha 1867’deki Lozan Kongresi’nde laik eğitim çağrısında bulunmuştu.

İşçi sınıfı iktidarı, Paris’in bütün işçi mahallerine ve fabrikaların yakınlarına kreşler yapılmasını öngörmüştü. Bu kreşlerdeki öğretmenler asla siyah ya da koyu renk elbiseler giyemeyecekler, okul binalarında dinle ilgili hiçbir şey olmayacak, hayvan ve ağaç resimleriyle heykeller okulları süsleyecekti; yani eğitim çocuklara “neşeli” ve “mutlu” birer “evrensel cumhuriyet yurttaşı” olmayı öğretecekti.

Marx, Komün’ün hemen öncesindeki Fransa’yı şöyle tarif ediyordu:

“Üreticiler yığınına karşı sürekli savaşında, varlıklı sınıf, sadece yürütme gücünü durmadan artan baskı güçleri ile donatma zorunda değil, ama kendi öz parlamenter kalesini, Ulusal Meclisi, yürütme gücüne karşı tüm savunma araçlarından yavaş yavaş yoksun bırakmak zorunda da kaldı. Yürütme gücü, Louis Bonaparte’ın kişiliğinde, varlıklı sınıfın temsilcilerini kovdu. “Düzen partisi” cumhuriyetinin doğal ürünü, İkinci İmparatorluk oldu.”

Marx’ın bu satırları 2016 Türkiyesi’nde yaşayan bizler için fazlasıyla tanıdık: Parlamentonun ilgası, yürütmenin güçlenmesi ve giderek zora dayanması, “burjuva demokrasisi”nin son kırıntılarının bile ortadan kaldırılması, tek adamlık ve imparatorluk hayalleri…

Laiklik mücadelesi mi, gericilikle kavga mı, cumhuriyetçilik mi? Bunların hiçbiri, “üreticiler yığınına karşı sürekli savaş”tan, yani sömürü düzeninden ve sınıf mücadelesinden ayrı ele alınabilecek mücadele başlıkları değildir bugün. Aynı şekilde laiklik demeden, laik eğitim talep etmeden, yeni-Osmanlı hayallerini ve saltanat özlemlerini hedef tahtasına koymadan sömürü düzeniyle mücadele etmenin de imkânı yoktur. Emeğin kurtuluşu ile aklın kurtuluşu hiç olmadığı kadar iç içe geçmiş durumdadır artık ve görülmesi gereken budur.