Cumhuriyeti kuran partinin basiretsiz yöneticilerinin de büyük katkısıyla, Cumhuriyetin, anayasal düzenin ve parlamenter sistemin gericilik tarafından tasfiyesi sürecinde bir aşama daha geride kaldı. “Adımız teröristlerle anılmasın”dan tutun da “Referandumda ortaya çıkacak sonucun altından kalkamayız”a kadar uzanan bir mantıksızlık silsilesiyle, muhalefet vekilleri bütünüyle siyasallaşmış ve tek adam rejiminin kontrolüne girmiş yargının insafına teslim edildi, Saray’a Meclis aritmetiği ile istediği gibi oynama imkânı verildi.

“Başkanlık” adı altında bir “tek adam/tek parti” rejimi tesis etmeyi amaçlayan iktidar cenahı açısından pragmatizmin sınırının olmadığı biliniyor. Bir yandan başkanlığa giden yolun hukuki/siyasi mekanizmaları adım adım hayata geçirilirken, öte yandan halk nezdinde sürecin meşruiyetini sağlayabilmek için büyük bir propaganda kampanyası yürütülüyor.

Bu kampanyanın son örneklerinden birini “başkanlık sisteminin bizim geleneklerimizde olduğu” iddiası teşkil ediyor. Tabii insan, “Çok partili hayatı 1908’den itibaren tecrübe etmeye başlamış bir memlekette, başkanlık geleneği ne alaka” diye sorabilir ama aslında kastedilen belli: Başbuğluk, Kağanlık, Hanlık, Sultanlık, Şeflik, yani tek adamlık.

Söz konusu pragmatizm, bu gelenek iddiasını somutlamak için Cumhuriyetin ilk yıllarını ve 1924 Anayasası’nı işaret ederek, düne kadar düşman addettiği “tek parti zihniyetini” ve “vesayet rejimi”ni şimdi başkanlık geleneğine örnek olarak gösteriyor.

Peki, 1924 Anayasası, iddia edildiği üzere, başkanlığa, tek adamlığa cevaz veren bir anayasa mıydı, yoksa parlamenter sistemin tesisi adına atılmış çok önemli bir adım mıydı?

Bu soruya, anayasaya ilişkin o dönemlerde yapılan kimi tartışmalara bakarak bir yanıt verebiliriz. 1924 Anayasası’nı yapan Meclis’e “İkinci Meclis” adı verilir ve bu Meclis’in, Milli Mücadele sürecindeki güç ilişkilerine bağlı olarak büyük ölçüde Mustafa Kemal’e yakın isimlerden oluştuğu bilinmektedir. Buna rağmen, anayasanın yapılış sürecinde Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal’e verilecek anayasal yetkiler konusundaki tartışmalara bakıldığında, Meclis’in belli bir özerkliği koruduğu görülebilir.

Örneğin Anayasayı yapan komisyon, cumhurbaşkanına TBMM’den çıkan yasaları güçlü bir şekilde veto etme yetkisi vermeyi hedefliyordu. Buna göre cumhurbaşkanının veto ettiği yasalar, Meclis’te ancak üçte iki çoğunlukça yeniden kabul edilirse cumhurbaşkanına gönderilebilecek ve cumhurbaşkanının yasayı yayınlaması zorunlu hale gelecekti. Ancak TBMM, yasa yapma yetkisini büyük ölçüde elinden alan bu teklife direndi.

Yine komisyonun tasarısında cumhurbaşkanı “deniz, kara ve hava kuvvetlerinin başkomutanı” olarak anılmaktaydı; ancak Meclis Genel Kurul’unda bu da değiştirildi ve başkomutanlığın TBMM’nin manevi kişiliğinde olduğu ve bunu cumhurbaşkanının temsil ettiği anayasaya yazıldı.

Daha etkileyici bir örnek ise cumhurbaşkanının TBMM’yi feshi ile ilgilidir. Teklife göre, cumhurbaşkanı hükümetin de görüşünü aldıktan sonra, gerekçeli bir işlemle seçimlerin yenilenmesine karar verebilecek, yani Meclis’i feshedebilecekti. Ancak TBMM üyeleri, bunu kesin bir dille reddettiler ve komisyon da teklifinde ısrarcı olmadı.

Dolayısıyla ne Mustafa Kemal’in ne de İsmet İnönü’nün Ebedî ve Milli Şef olmalarının, ne de 1923-46 arasının bir tek parti rejimi olmasının gerisinde anayasa vardı. Mustafa Kemal ve İnönü’nün siyasal statüleri, “ulusal kurtuluş savaşını kazanmış ve yeni bir ülke kurmuş komutanlar, karizmatik liderler” olmalarından kaynaklanmaktaydı.

Peki, 1924 gibi bir tarihte, Mustafa Kemal gibi bir isim karşısında dahi kurumsal olarak kendini savunabilen Meclis’in bugünkü hali ne? Parlamenter rejimi fesheden bir oylamada lidere biat adına güle oynaya oy kullanan vekiller, yere göğe sığdırılamayan “milli irade”ye, yine milli irade adına darbe yapılması ve parlamenter rejimin tasfiyesinin bizzat parlamento eliyle gerçekleştirilmesi, tüm iktidarın gerektiğinde Meclis’i de feshedilebilecek şekilde tek bir adama devredilmesi.

Sosyalistler için parlamento elbette ki “Burjuvazinin ahırıdır” ama sosyalist siyaset “somut durumun somut tahlili”nden yola çıkar. Eğer bugün parlamento ve parlamenter rejim, bir dikta rejimini tesis adına doğrudan saldırı altındaysa, parlamento da parlamenter sistem de bir savunma mevzii haline gelmiş demektir. Bu, “Mevcut olanın olduğu gibi savunulması” değil, mücadeleye “başlangıç” noktalarının doğru tespit edilmesi ve oraya yığınak yapılması anlamına gelir. Tıpkı laiklik mücadelesi gibi, parlamentonun tasfiyesine karşı durmak da, halk egemenliğini savunmak da, artık burjuva siyasetçilerinin değil, bizim işimizdir.