Rejim inşa sürecinde bir eşiği daha geride bıraktık; önce Cumhuriyetle yaşıt olan ve Cumhuriyetle özdeşlemiş olan bir gazeteye, Cumhuriyet gazetesine, ardından altı milyon seçmeni ve 59 milletvekili olan HDP’ye operasyon gerçekleştirildi. Operasyonların neticesi ise çok sayıda gazetecinin ve eş başkanlar da dâhil olmak üzere çok sayıda vekilin tutuklanarak cezaevlerine gönderilmeleri oldu. 4 Kasım itibariyle artık yeni bir evredeyiz, Cumhuriyet’in ve Demirtaş’ın sembolik olarak taşıdığı önem ve neyi temsil ettikleri akla getirildiğinde, olan bitenin ne anlama geldiği ve “yeni bir evre” derken ne kastettiğim daha iyi anlaşılacaktır.

Peki buraya nasıl gelindi, hatırlıyor muyuz? Rejim inşasının elbette ki bir evveliyatı var ama çok geriye gitmek yerine geçen yılın Haziran’ında ne olduğunu, 7 Haziran seçim sonuçlarını bir hatırlayalım. 7 Haziran günü sandıktan rejimin doğasına aykırı bir sonuç çıkmıştı, çünkü o doğa “mutlak iktidar” arzusuyla hareket ediyordu ve o arzunun gerçekleşmesi bir koalisyon hükümeti ile mümkün değildi.

Tam da bu nedenle ülkeye haftalarca “koalisyon görüşmeleri” adlı bir müsamere izletildi, CHP “istikşafi görüşmeler” adı altında bu müsamerede figüranlık yaptı, MHP ise her zamanki koltuk değnekliği rolünü üstlendi. Davutoğlu’nun hükümet kurma görevini iadesinin ardından, teamüllere aykırı bir şekilde Kılıçdaroğlu’na, “adet yerini bulsun” kabilinden dahi hükümeti kurma görevi verilmeyip ülke “tekrar seçim”e götürüldüğünde ve sandıktan yeniden tek parti iktidarı çıktığında tablo gayet net bir şekilde görülebiliyordu: Artık bildiğimiz anlamda seçimlerin de sonuna gelinmişti.

Evet, tıpkı kendisinden “Bekleme odasına aldık” diye söz edilen anayasal düzen gibi, seçimler de artık fiilen yoktu; daha doğrusu sandıktan iktidar partisinin istediği sonuç çıktığında var, aksi bir durum söz konusu olduğunda yoktu. Milli irade, sadece iktidar partisine oy verenlerin iradesiydi, milli iradenin tecellisi sadece iktidar partisi seçimi kazandığında tecelli ediyordu.

HDP’li belediyelere yönelik kayyum atamaları, milli irade fetişizminin nasıl bir ikiyüzlülük olduğunu bir kez daha gösterdi. Örneğin idam söz konusu olduğunda, “Millet bunu istiyor, demokrasilerde milletin dediği olur” diyenler, HDP’ye oy verenleri “millet”ten saymıyor olsalar gerek ki, seçilmiş belediye başkanlarını görevden alıp atanmışları bu belediyelerin başına geçirdiler. Yetmedi, “Onlar da ifadeye gitselerdi” gibi garabet bir argüman eşliğinde HDP’li vekiller ve genel başkanlar önce gözaltına alındı, sonra da tutuklanarak cezaevine gönderildiler.

Ancak mesele sadece seçim mekanizmalarının fiilen ortadan kalkması değildi, dokunulmazlıkların kaldırılması ile birlikte parlamento ve parlamenter rejim de fiilen hükümsüzleşmişti. Parti-devleti tahayyülü ile hareket eden ve her türlü muhalefeti boğmak isteyen bir rejimin varlığında, akıl ve mantık Meclis’te muhalefet yapmanın garantisi olan dokunulmazlıkların sonuna kadar savunulmasını gerektirirdi. Ancak basiretsiz CHP yönetimi bu süreçte bir kez daha tarihsel bir hata yaparak, HDP’ninkiyle birlikte kendi kellesini de iktidara altın bir tepside sunmayı başardı.

“Anayasaya aykırı ama evet diyeceğiz” cümlesinde ifadesini bulan bu basiretsizlik, “evet”e gerekçe olarak “dokunulmazlıkları referanduma götürmek iç savaşa davetiye çıkarmak ve ülkeyi bölünmeye götürmek”tir diyordu. Referanduma gidilmedi ama ülke bugün yine iç savaş ve bölünme tehdidiyle karşı karşıya. Dahası, kayyum atamaları ve tutuklamalar iktidarın elinde İslamcı-milliyetçi cepheyi başkanlık projesi etrafında birleştirmenin muazzam bir silahına dönüştürülmüş durumda. Başkanlığa içeride buradan dışarıda ise Irak ve Suriye’deki yeni maceralarla birlikte yürüneceği şimdiden görülebiliyor.

İktidar partisiyle Cemaat’in o güzel koalisyon günlerinde, bir yandan Ergenekon ve Balyoz gibi operasyonlarla Kemalistler ve Cumhuriyetçiler tasfiye edilirken, öte yandan KCK operasyonları adı altında Kürt siyasetçiler cezaevine gönderiliyor, legal Kürt siyasetinin bölgedeki gücü kırılmaya çalışılıyordu. İktidarın “ortak düşman” olarak gördükleri ise kendi “ortak düşmanları”na karşı herhangi bir zeminde bir araya gelmekten özenle kaçınmışlardı bu süreçte. Bugün yine benzer bir süreç yaşıyoruz. Bu sefer Cemaat iktidar ortağı değil ama rejim yine aynı anda hem Cumhuriyet gazetesine ve sembolize ettiklerine hem de Kürt siyasetine yönelik büyük bir operasyona girişmiş durumda.

Peki bu sefer geçmişten bir ders çıkarmak ve “ortak düşman” ilan edilenlerin kendi ortak düşmanlarını” ilan etmeleri söz konusu olacak mı, yoksa rejim, eşikleri çok daha hızlı bir şekilde aşarak başkanlığa mı gidecek? Soru da soruya verilecek yanıt da siyasete nasıl müdahale edileceği üzerine düşünmek anlamına geliyor, geç olmadan bu sorunun yanıtlanması gerekiyor.