Haziran Direnişi, “düzen karşıtı” bir toplumsal kalkışma mıydı? Düzenle kastettiğimiz kapitalizm olduğuna göre, bu soruya “evet” yanıtını vermek, anti-kapitalist bir kalkışmadan söz etmek pek mümkün görünmüyor.

Evet, direnişe katılan çalışanların çok önemlice bir bölümü ücret geliriyle, yani emek güçlerini satarak geçinen insanlardan oluşuyordu ve bu nedenle de kimilerinin iddia ettiği üzere “orta sınıf”a değil, çok net bir şekilde “emekçi sınıflara” mensuptular. Ancak bu insanların yoksullaştırıcı neoliberal politikalara dair “içgüdüsel” bir sınıfsal öfkenin taşıyıcısı olmalarının dışında, sokağa anti-kapitalist saiklerle çıktıklarını ve Haziran İsyanı’nın sınıf mücadelesinin keskinleştiği bir uğrak olduğunu iddia etmek mümkün değildir.

Peki Haziran Direnişi “düzen karşıtı” değilse, tam olarak neye karşıdır, neyin “anti”sidir? Bu sorunun çok açık bir yanıtı olduğunu düşünüyorum: Haziran, “rejim karşıtı” bir kalkışmadır ve dolayısıyla kendini rejimi inşa eden güce/zihniyete karşı konumlandırmıştır, bu nedenle de “anti-AKP” bir karakter taşımaktadır.

Hem direnişi ortaya çıkaran olay olarak Gezi Parkı’nda yaşananlara, hem de direnişe giden yolun kilometre taşlarına yakından bakmak, bununla ilgili son derece önemli ipuçları vermekte, bu karakteri net bir şekilde ortaya koymaktadır.

Gezi Parkı’ndan başlayacak olursak, ortada rejimin inşaat ve ranta dayanan ekonomi-politiğine kökten bir karşı çıkışın bulunduğunu söyleyebiliriz. Gezi, rantın başkenti olarak İstanbul’un merkezinde kalan son yeşil alanlardan birinin yok edilip AVM’ye dönüştürülmesine güçlü bir itirazdır ve bu itiraza, rant ekonomisine karşıtlıkla birlikte çevreci refleksler de damgasını vurmuştur.

Ancak Gezi Parkı’nı ve orada toplanan kitleyle onların taleplerini ve kaygılarını aşacak şekilde Haziran Direnişi, bundan çok daha fazlasıdır. Haziran’da güçlü bir cumhuriyetçi damar, gözle görülebilir bir laiklik talebi, derin bir dinselleşme karşıtlığı vardır.

“İki ayyaşın yaptığı yasa, yasa oluyor da neden Kuran’ın emri yasa olmuyor” sözüne bakalım örneğin. Bu söz sadece seküler yasalar karşısında dinsel yasaların üstün olduğunu söylememektedir. Toplumun geniş bir kesimi “iki ayyaş” sözüyle “kurtarıcı” ve “kurucu” figürler olarak Atatürk ve İnönü’nün kastedildiğini düşünmüş ve hedef alınanın da onlarla özdeşleştirdiği 1923 Cumhuriyeti olduğu sonucuna varmıştır. Dahası, “Kuran’ın emri” ile “şeriat”ın kastedildiği açık olduğuna göre, kitleler rejimin kurucu ilke olarak dini gördüğünü belki de ilk defa bu kadar açık seçik bir şekilde fark etmiştir.

Bu söz sadece bir örnektir; 4+4+4’de somutlaşan eğitim alanındaki dinsel uygulamalar, içki satışına ilişkin düzenlemeler, öğrenci evlerine dair yapılan “kızlı erkekli” tartışmaları, kürtaj açıklamaları, “en az üç çocuk” talebi, Cemaatin çaldığı sınav soruları, internete getirilmek istenen sansür ve tüm bunlara karşı damla damla biriken öfke, yapılan eylemler ve bu eylemlerin bastırılış biçimleri, rejimin dinsel-otoriter karakteri ile buna verilen tepki arasındaki ilişkiyi net bir şekilde ortaya koymaktadır.

Sadece iç politika değil, rejimin Suriye’de izlediği mezhepçi, yeni-Osmanlıcı dış politika da, Haziran Direnişi’ndeki öfkenin temel nedenlerinden biridir. Kalkışmadan sadece günler önce Reyhanlı’da yaşanan ve onlarca insanın yaşamını yitirdiği saldırı adeta rejimin dış politikasının Türkiye’nin başına açacağı belaların bir işareti olmuştur. Siyasal İslam’ın tarihsel olarak düşman kategorisine koyduğu Alevilerin Haziran Direnişi’ne yoğun bir şekilde katılımına da buradan bakılmalıdır; hem içeride hem dışarıda izlenen mezhepçi ve Alevi karşıtı siyaset bunun esas nedenini oluşturmaktadır.

Çevreciler, emekçilerin eğitimli kesimleri, kadınlar, LGBTİ bireyler, Kürt muhalifler, cumhuriyetçiler, öğrenciler, sosyalistler, Aleviler… Haziran Direnişi “çoğunlukçu” rejimin despotizmine karşı “çokluk”un ses çıkarması, iradesi “milli” sayılmayanların, “gayri milli” addedilenlerin ama aslında bu ülkenin gerçek sahibi olanların ayağa kalkmasıydı.

Haziran “rejim karşıtı” bir kalkışmaydı ama “düzen karşıtı” değildi; eğer Haziran’dan bize siyasal bir miras kaldıysa, işte bu tam da “rejim karşıtlığından düzen karşıtlığına uzanan yol”u açmaktır. Gericiliğe karşı mücadeleyle sömürü düzenine karşı mücadeleyi birleştirmek, laiklik gündemini “tevekküllün hegemonyası”na karşı emekçilerin gündemi yapmak, “özgürlük” taleplerinin yanına “eşitlik” taleplerini eklemek, ülkenin asli sahibi olduğu halde “millet”ten sayılmayanların ortak kurucu iradesini inşa etmek ve o iradenin siyasete etkili bir şekilde müdahalesini sağlamak… Evet, direnişten bize bir miras kaldıysa, budur.