Ergin Yıldızoğlu’yla bir karşılaşmamızda romanlardan söz açtım. Bilgisine, görgüsüne ve eleştirel gücüne hayli güvendiğim....

Ergin Yıldızoğlu’yla bir karşılaşmamızda romanlardan söz açtım. Bilgisine, görgüsüne ve eleştirel gücüne hayli güvendiğim ve dünyayı yakından izlediğini bildiğim bu düşün/yazın adamının ne diyeceğini merak ediyordum. Kaç zamandır gündemimde olan, ‘roman sanatının geleceğine ilişkin’ iyi sözler işitmek arzusundaydım. Doğrusu beni umutlandıracak bir yaklaşım göstermedi. “Bunca hızla akan ve bilişimin etkin olduğu bir süreçte romana gereksinim var mı, emin değilim.” dedi. Bir başkası söyleseydi dert etmezdim. Ama bir düşünce aldı beni işte…
Roman yazmanın yaratıcı için (romancı) gerekliliği kadar, okur için ne ifade ettiğini de tartışmak gerekir. Okurun bir kitabı edinme/beğenme arzusuyla, romancının bir öyküyü kurma/yayınlama isteği arasında çoğu zaman bir paralellik bulmak güçtür. Gerekli de değildir elbet. Yine de yazarın okunma isteğiyle, okurun aradığını bulmak arzusunu önemsemek gerekir. Yazar birkaç nedenden dolayı okura ulaşmak ister…
En önemli gerekçe, yaratının ancak son noktasını koyacak olan okura ulaşması isteğidir. Kişi ne tür kurmaca yaparsa yapsın, estetik ölçütlere ne denli uyduğunu düşünürse düşünsün, ancak bir okur eli/gözü değdiği zaman kurgu tamamlanır. Çoğunlukla kendini kimin okuduğunu asla bilmeyecek olan romancı, yine de bu sıralamanın oluşmasını ister. Üstelik o beğeniye gereksinim duymasa da bunu yapar. Yalın bir beklentidir bu. Seyirciye ulaşmamış bir tiyatro oyunu nasıl tamamlanmamışsa, okurla buluşmayan roman da böyledir. Romancı okuru seçmez, ama sezgisel de olsa varlığını bilir, tarifini yapar!
Bir diğer güçlü dürtü dünyayı değiştirme arzusudur. Yazar belki kendi bile farkında olmaksızın, bu isteğinin gerçekleşmesi için okura gereksinim duyar. Başka bir dünyanın olanaklılığı üstüne açıkça yazmasa da, her roman başlı başına bu savı yerine getirir. Romancı için bunu kendinin bilmesi yetmez. Ancak bir yapıt, bunu bir diğer kişiye seslendiriyorsa, bu amaç gerçekleşmiş olur. Diyeceğim; okurun varlığı, tamamen yazarın varlığı demektir. Elbet tersi de doğrudur. Hal böyle olunca ve yukarıdaki gerekçelerin çoğalacağını bilerek, şu soruyu gündeme almak hakkımızdır; eğer okur olmazsa, romana/romancıya gereksinim var mıdır?
Bu tehlikeli soru, elde olmadan okuru hesaba katmayı gerektirir. Başka deyişle, okurun beklentilerini de sormak/sorgulamak gerekir. Hemen birileri, eğer bu pek de anlamlı olmayan kitleyi ciddiye almanın yararsızlığından söz açarsa, itiraz ederim. Okur üzerine düşünmek, bir pazar iktisadı içinde yapıt üretmek anlamına gelmez. Tersine, belki de tarifini yapmaya çalıştığımız, anlamını/varlığını kavramak üzerine düşündüğümüz okur, tam da giderek tuhaflaşan varlığıyla tehdit halini alır. Okur/yazar ilişkisi her zaman sağlıklı değildir.
Yaz aylarında on beş günlük tatilini keyifli iki romanla taçlandırmak isteyen bir kimseye, bunu niçin yapıyorsun, diye sormaya hakkımız yok elbet. Ama bu kişinin tezgahın görünen tarafından aldığı ve hafta sonu ekleri, çok satanlar listelerinden aklında kalanlar arasından seçtiği romanlara itibar etmemiz de gerekmez. İpucunu yine de bulmak gerekir. Okumak, iyi kurgular, her haliyle tahrik edicidir. Film izlemek, televizyona bakmak, dergilere göz atmaktan başka bir iş ve gereksinimdir bu.
Romancının, bir öykünün izini sürerken çektiği sancıları, bu okurun kavramasını bekleyemeyiz. Dahası, plajda uyuyakaldığı anda, sayfayı kıvırıp kenara koyduğu romanın aslında ne söylediğini önemsediğini de sanmak tatlı bir düştür. Yine de, okurun romanla kurduğu ilişki karşılıklı bir yaratma sürecidir. Sorun nettir artık; çoğu zaman okurun ‘roman’ dediğiyle, yazarın tarifi birbirini tutmaz. İleri gidelim; pek çok kendini romancı sananla, romancı arasında derin farklar vardır. Hadi söyleyelim; biri romancıysa, öteki değildir.
Roman kısa tarihiyle büyük katkı yaptı insanoğluna. O güne dek görmediği anlatı biçimiyle, ruhun derinliklerine yönelik incelikli hesaplaşmalar ortaya konmasını sağladı, toplumsal yaşamı yeniden kurmak adına türlü düşünme biçimleri sundu, gelip geçici olanın yanında ciltlerle neredeyse bir başka tarih sundu bize. Çok sesli düşünebilmenin, tek bir metin üzerinden karşıt fikirleri edinebilmenin ve yazınsal hazzın başka bir yönünün ortaya konabileceğinin belgesi halini aldı bu tür.
Diyeceğim; bilim adamlarına, sanatçılara, toplumsal yaşamı dönüştürme amacında olan siyasetçilere, eğitimcilere, akla gelebilecek herkese ve topluluğa bambaşka olanaklar tanıdı. En önemlisi, sanatsal çıtayı yükseltti roman. Daha gelişkin, karmaşık yapılardan haz duyulabileceğini ortaya koydu okur için. Peki ama, bunca net ortadayken bu türün tarifi, önemi ve varlığı, nasıl olup da varlığının süreceğine dair kuşkular artıyor?
İnsanoğlu bu hızla tek tipleşmeye gider, türdeş toplumlar ve bireyler yaratmak için, başka bir söyleyişle tükeniş için, çarçabuk yol alırsa, elbette roman yerine, roman görünümlü bayağı metinler kökleşecek ve bu kolaycı öyküler, sıradan bayağı yeni tür kişilerin tercihi olacaktır…
Tartışmamız gereken, romanın ve romancının yeni oluşan bu dünyada yerinin olup, olmadığıdır. Tüm yaşamını insan ruhunu kavramaya,  bu karmaşık yapının dillenmiş ya da sezilememiş yönlerini ortaya koymaya harcayan romancı ve elbet yapıtı, giderek sığlaşan ve yazmaya, irdelemeye değer olmayan insanlık için niçin gerekli olsun ki!
Ergin Yıldızoğlu’ya söyleşimiz biterken, gülümseyerek bir itirafta bulunmuştu, yeni bir romanla uğraştığını söylemişti. Esasen soruyu, ölçütleri yeniden değerlendirmek gerek. İnsanın değersizleştiği, bilişim devriminin tembellik çağı anlamına geldiği bir süreçte, romancı artık yazmak isteyecek mi, bu bayağılığa bulaşmak isteyecek mi?
Üstünde roman yazan her kağıt parçasına kanmamak lazım.