Anayasa değişikliği teklifi Meclis’ten 339 oyla geçti, 1 Kasım seçimlerindeki oranlara bakarsak AKP’nin 49,5, MHP’nin ise 11,9 oyu var ki bu da toplam % 60 civarı demek. Dolayısıyla matematik referandumda % 50’nin geçileceğini ve başkanlık sisteminin geleceğini söylüyor, böyle bakıldığında Nisan referandumunda rejim değişiyor, tek adam yönetimi anayasal statüye kavuşuyor.

İktidarın da hesabı kitabı buna göre yaptığı görülebiliyor. Türkiye, sağ oyların % 60-65 civarında olduğuna ve en kötü ihtimalle % 50’nin bulunacağına dair bir tespit üzerinden sandığa götürülüyor.

Peki bu kadar basit mi, evdeki hesap çarşıya bu kadar kolay uyacak mı? Bu soruya iktidarın kendisinin dahi gönül rahatlığıyla “evet” diyemediğini fark etmek gerekiyor, iktidar cenahında da kimse başkanlığı “çantada keklik” görmüyor.

Niye mi? Her şeyden önce AKP tabanının bir blok halinde sandığa gidip “evet” diyeceğini kimse söyleyemiyor. Bilakis, tabanda da başkanlığa dair bir rezerv söz konusu ve tıpkı 7 Haziran seçimlerinde olduğu gibi AKP tabanının bir kısmı sandığa gitmeyerek ya da “hayır” diyerek, kendince partisine bir uyarı mesajı verebilir. Özellikle ekonomideki kötü gidişatın, bugüne kadar iktidarın ekonomi politikalarından nemalanmış kesimler üzerinde yarattığı olumsuz etkinin sandık tercihini belirlemesi gibi bir durum söz konusu olabilir. İktidar da bunun farkındalığıyla bir yandan ekonomideki bozulmanın cepte yaratacağı etkiyi aşağı çekecek birtakım önlemler alırken, öte yandan aşağı doğru gidişin daha da ivme kazanabileceğini düşünerek bir an önce sandığa gitmek istiyor.

Bunun dışında, AKP seçmeninden çok daha yüksek bir oranda başkanlığa karşı olan MHP’li bir toplam olduğu biliniyor. Özellikle kıyı şeridinde yaşayan ve milliyetçiliği dindarlığının önünde olan, seküler bir yaşam tarzına sahip, Cumhuriyet ve Mustafa Kemal hassasiyetlerine sahip hatırı sayılır ölçüde kalabalık bir seçmen kitlesinin “hayır” deme ihtimali hayli yüksek görünüyor. Tam da bu nedenle, iktidarın bu kitleye “evet” dedirtecek daha milliyetçi, daha militarist, daha güvenlikçi politikalar izleyeceğini tahmin edebiliyoruz. Bu ise toplumun özellikle Kürt sorunu üzerinden kutuplaştırılmasının ve Kürt sorununda şiddet siyasetinin derinleştirilmesinin devam etmesi anlamına geliyor.

İktidar partisinin içerisinden çıktığı Milli Görüş’ün partisi Saadet de “hayır” diyecek olanlar arasında. Genel ve yerel seçimlerde baraj kaygısıyla oylar genel olarak iktidar partisine yöneldiği için düşük bir oy oranına sahip olsa da, Saadet Partisi’nin İslami cenahtaki etkisi oy oranının hayli üzerinde. Dolayısıyla önümüzdeki süreçte Saadet’in ne dediğine bakacak olan kitlenin gönlünün hoş tutulması için daha dinsel bir söyleme başvurulması, buna uygun birtakım adımlar atılması şaşırtıcı olmayacak.
Dolayısıyla ortada mutlak surette bir araya gelmiş, radikalleşmiş, kemikleşmiş bir “evet” cephesi yok. İktidarın öncelikli işi, iki ay gibi kısa bir süre içerisinde bu cepheyi yaratmak olacak ki, işleri o kadar kolay görünmüyor. Hızlı davranmaya çalışmak kontrolünü yitirmek, kontrolünü yitirmek ise sandıkta beklediği sonucu alamamak anlamına gelecek.

Karşı tarafta ise bileşenleri farklı önceliklere sahip olsalar da, daha kararlı, daha inatçı, daha konsolide bir “hayır” kitlesi var. Cumhuriyet’in çöküşünden ülkenin bölünmesine, tek adam diktasından dinselleşmeye, savaş siyasetinden rejimin değiştirilmesine uzanan genişlikte bir tepkisellik karşı tarafta birikmiş durumda ve hayırcıların argümanları ve toplumda karşılık bulma ihtimali belki de ilk kez bu kadar güçlü.

CHP, rejim değişikliği ve bölünme tehlikesi üzerinden özellikle MHP tabanına seslenecek, HDP kendi dışında kalan dindar Kürtlere MHP’nin anayasa yapımındaki rolünü ve Türk-İslam sentezi ruhunu göstererek “hayır” dedirtmeye çalışacak, MHP’li muhalifler partinin ve ülkücülüğün tarihten silinme tehlikesine vurgu yapacaklar, Milli Görüşçüler başkanlığın aslında ABD’nin isteği olduğuna vesaire…

Dolayısıyla, iktidarın ve MHP yönetimiyle birlikte kurulan Milliyetçi Cephe’nin işi bu sefer o kadar kolay olmayacak, ülkeyi referanduma geleneksel sağ-sol kutuplaşması üzerinden götürmenin sınırları olduğu görülecek, evdeki hesap çarşıya uymayacak. Ancak anlatmaya çalıştığımız üzere, iktidar da bu süreçte boş durmayacak. Çok büyük ihtimalle, 7 Haziran-1 Kasım seçimleri arasında yaşanan ve “Millet kaosu seçti” sözünde somutlaşan sürecin bir benzeri sahneye konulacak, topluma “Biz olmazsak başınıza gelecek olan budur” adlı bir film izletilecek, partinin/tek adamın kaderiyle ülkenin kaderi ortaklaştırılacak, sandığa böyle gidilecek.

Her türlü gelişmeye açık, her ihtimalin masada olduğu, şaşırtıcı gelişmelere gebe, iki aylık bir süreç var karşımızda. Bu sürecin sosyalistler açısından nasıl değerlendirilmesi gerektiği ise bir sonraki yazının konusu olsun.