Google Play Store
App Store

İki tür duygu akar sanki Altıok Metin’in yüreğinden,biri memleketine dair duyduğu sancının kederli sesi, ki şiirinde damla damla sezilir, diğeri yalnızlığıyla giriştiği o uçsuz bucaksız tekinsiz kavga

Şair kimsesiz bir mektuptur

İnsanın bir şaire yolu niçin düşer? Bu iyi bir sorudur. Şiir hayatın içinden süzülegelen, bambaşka bir ‘dil’dir. Her zaman aynı dili konuşmaz insan. Hele ki şiir başkadır. Bildiğimiz sözcükler, kendince dizilir yan yana ve bizden bağımsız uçmaya başlar. Yeni bir ezgi duymaya başlar insan ve o güne dek anlamından emin olduğu sözcüklere şaşar kalır. Şiir, sözcüğün kendi rüyasını görmesidir. Şair, o rüya için bahanedir belki. Geç kalmış bir buluşmadır benim Metin Altıok’la yaşadığım.

“Ben eğilemem gündüz ama
Geceleri kanatırım kendimi”
dediği için kavuştuk birbirimize.

Doğru saate denk gelmek için biraz çelebileşmek, feleğin çemberinden geçmekten ürkmemek ve nihayetinde bir yalnızlık yolcusu olduğunu fark etmek gerekmiş… Çocukluğunda belki tek bir dakikayı bile rahat nefes alarak geçirmeyen bir adamdan söz ediyorum işte. Takunyayla yediği dayaklara, teninde açılan yaralara bakıp kanmamak gerek; yıllar sonra şiirine damlayacak kandır o gün gizliden döktüğü bir gözyaşı. Dik başlı, bildiğini söylemekten vazgeçmeyen ve dünyasına ne bir ışık, ne bir ses, ne bir bakış girsin istemeyen bir adam. Günün birinde ‘Tavan Arası’ verilince şaire oda olarak, uzanmış sanki bulutlara, tek mutlu gün o gün çocukluğunda.

“İsli titrek bir lamba
Boğuşurken gölgeyle duvarda,
Acıyla ilmek ilmek
Aşkımız yıllanıyor odalarda.
Seninle yan yanayız
Sessiz, yorgun ve ürkek
Eğri bir aynanın karşısında”

Nedense bir sevgiliden söz açması inandırmaz beni. Hep olmayan bir sevinin peşinden koşup gitmiştir. Belki biricik sevdiği, ona asla ihanet etmeyen yalnızlığıdır da ondan. Bilici olduğundan kuşku duymam. Şairdir, önden söyler hakikati ve bilir kendini; “On taneden fazla şiir kitabı çıkarmayacağım. Elli yaşından fazla yaşamayacağım, ölümüm sıradan bir ölüm olmayacak” der. Alacaklıdır hayattan ve dostlardan. Kapısını kapatanlardan…

“Dolanıp duruyorum ortalıkta
Kedim hımbıl, yaprak döküyor çiçeğim,
Rakım bir türlü beyazlaşmıyor.
Anahtarım güç dönüyor kilidinde,
Nemli aldığım sigaralar.
Ne zaman bir dosta gitsem,
Evde yoklar.”

ŞAİR YÜREĞİ ALIŞIKTIR
Hep arkada durmayı seçmiş, incelikli bir adam, belli utangaç ve sadece şair muamelesi görmeyi istemiş, beklemiş biri… Çelimsiz bedenine ağır yükler binmiş, sesi gür ve güçlü, oysa kırılgan ruhu, sözünü ettiğimiz Altıok Metin, yani “Türkçenin gece gezen mahalle bekçisi” Bana kalırsa “Şair Kimsesiz Bir Mektuptur”…

Bir kız çocuğu gizli düşlerinde
Şair köksüz, uzaklar var gözlerinde
Hasret sözcüğü sırtında ceket
Açık gökyüzü başında şapka
Dost kapılar kapalı dilinde kavaklar
Şair kimsesiz bir mektuptur
Kız çocuğu savrulur da savrulur
Yangın yerinde yorgundur yaşamaktan
Bilinmez hangisi şair, hangisi çocuktur

Bazıları yaşamın kıyısında olmayı yeğler. Şair bunu fark etmez bile. Yaşamı öyle sanır, tırnaklarıyla tutunduğu bir ağacın dalında sürdürür varlığını. Sanki o ince dal kırılsa, uçurumdan aşağı gönüllü düşecektir. Altıok Metin belki bu yüzden hem yazgısını önceden kaleme alır, hem mirasını. Nedir ki bu? Kalabalıklar içinden geçip bir kuytuda, tenhada gönlünce acıyla hesaplaşmasını tamamlamak istemektir. İki sürgün yaşar; biri kendi tercihiyle olur, diğeri siyasi iktidarın saldırısıyla. Fark etmez… Sürgünlere alışıktır şair yüreği. Sürgün doğar, sürgün ölür ve sürgünlük üstüne düşünür… “Ben ki kiracıyım bir acıya.

Sen imzalarsın sabah akşam
Defterini bensizliğin,
Bense kanla öderim
Kirasını kaldığım evin.
Bir takvimi tersten açardık
Eğer isteseydin”
Metin, Ruhi Su’nun oğlu…

İzmir’in dokusu, mevsimlerin o leziz tören geçidi, belki çocukluğuna sinen o kahredici kedere merhem olmuştur; yine de ben Altıok Metin’in Ankaralı olduğunu varsayarım. Belki göçebe ruhunun en kalıcı olduğu istasyondur Ankara; kim bilir belki Cemal Süreya’lı gecelerin coşkusunu derinden hissettiğim için… Tomris, Turgut Uyar, Füsun Akatlı sabaha dek süren gecelerden söz açmak gerekir mutlaka. İçki sofraları sonrasına yapılan güzellemelerin, sonrasında “ormanların gümbürtüsünden” ses vereceğini bilirim. Mutlaka “Tavukçu Meyhanesi”nde izi vardır dizelerinin, tüm saydıklarımın… Ankara bambaşka bir pencere… Felsefe deyince Nusret Hızar geliyor akla. Eşi olacak Füsun’la orada tanışıyor. Üstelik mahcup kişiliği, uzun süren dostluğun bir aşka doğru aktığını bile fark etmesine engel. Bir de Ruhi Su var yaşamında. Baba biliyor ustayı. Şöyle bir eşleşme hayalimde canlanır; Füsun, Nusret Hoca’nın kızıdır; Metin, Ruhi Su’nun oğlu… İçki sorunu alabildiğine baş gösterince, bir başka büyük şairle tanışır Altıok Metin. Behçet Aysan da Ankara demektir. Güçlü kuvvetli, keyifli bir ruh hekimi! Bir şairin hekim olmasını bir dereceye dek anlarım da, ruh hekimi olması güldürür beni. İki şairi alkol buluşturur. Birinde, reçete olduğunu varsaymak şiirin ruhuna ihanettir. “Şiirin İlk Atlası” bir tür kimlik kartıdır Altıok Metin’in. Dikkatli okur satır arasına nasıl gizlendiğini, sırlarını usulca açtığını hemen görüverir. Gerçi tüm şiirlerinde kocaman bir yürek, kırık dökük bir yaşamın kırıntısını buluruz… Ahmet Say “Bu insan şiir üretmek için dünyaya gelmiştir” der. Ağabeyidir Altıok Metin’in.

“Ölsem ayıptır, sussam tehlikeli
Çok sevmeli öyleyse, çok söylemeli.”

YOLCULUĞA KOYULMUŞTU
İçki amacını aşan, uzun kavgaların, yıkıcı gecelerin kaynağıdır artık. “İlkeli Sarhoşluk” diye yazar. “Alkol acının ve sevginin cilacısı, imgenin renkli donanma fişeğidir. Umudun iğneli beşiğidir alkol” diye devam eder. Kızı dünyaya gelmiştir, yaşamında en hasretlik duyduğu varlığı, bir yandan darbe dönemi baskıları ve aydınlar kentin sokaklarında solgun bir gölge gibi yapayalnız ve belki esrik dolaşmaktadır. Ayrılık vakti gelince hiç kimse yazgısını değiştiremez. Göçebedir şair, ruhunu taşımak güçlüğüne yazgılı, içine sürekli aguyu akıtan…

İntihar bir seçenek olarak neden, nasıl belirmişti yaşamında şairin bilmiyorum, ama tahmin etmek güç değil. Ağır bir yolculuğa koyulmuştu. Sevdiklerinden ayrılmak, yeniden bir yaşam kurmak ve kendini inşa etmek istiyordu besbelli…

Bingöl… Bana kalırsa;
“Şair Kimsesiz Bir Mektuptur”
Korur Şair’i rakı beyazı bir gecede ayışığı
Soğumuş teri üstünde öylece bekler durur
Bıçak olur, uçurum kenarında bileylenmiş
Bir yük gibi dökülür yıldızlardan anılar
Bakışları mektup mektup gözlerinde yollar
Şair evini sırtında taşıyan kaplumbağa
Kız çocuğu savrulur da savrulur
Yangın yerinde yorgundur yaşamaktan
Bilinmez hangisi şair, hangisi çocuktur
Kızını bırakıp gitmek ağır gelir Şair’e, Zeynep’i..
“Gülüşün bir kuş olacak hep omuzumda”

ŞAİR DİLSİZDİR ARTIK
Öğretmenlik yapmaya karar verir. Sağlık sorunları vardır, Ege’de bir kıyı kasabası ister ama olmaz. Bingöl yolcusudur artık. O güne dek uzaklara gitmekten hep ürken, bir başına kalmanın hem sancısını, hem çilesini bilen şair, yazgısını değiştirmez. Düşer yola. Kapısı kırık, çerçevesi camı olmayan, buz gibi bir sığınaktır okul. Çocuklarla olacağı için heyecanlı, onlara dokunacağı için keyiflidir. Bir de sahne almak gibidir ya öğretmenlik, telaşlıdır. O ilk günü kızı Zeynep’e yazar. Artık mektup mektuptur dizeler. Sınıfa girdiğinde dünya güzeli çocuklar gördüğünü söyler ve onlara ses verdiğini, ama yanıt alamadığını anlatır. Dilsizdir artık. Bingöl’ün kara gözlü, gözleri gibi kara yazgılı çocuklarıyla arasına uçurum girer. Şair ‘söz’ü bilir ve bir çilingir inceliğiyle açar kapıyı ardına dek. Bingöl’deki çocuklarına hep kızını anlatır. “Benim kızım size, Kürtlere çok benzer, o da sizler gibi kara kaşlı, kara gözlüdür” der. Bütün kızlar onundur artık…

“Her şeyin üstünde sulu sepken bir kar;
Bir aşkı delik deşik ediyordu/lar
Bense inatla susuyordum
Ve kızımı seviyordum ekmek kadar
O zamanlar 12 Mart falan/lar;
Kendimi her gün pencereden atıyordum.
Çevremde ipsiz sapsız konuşmalar
Bir tek kızımla avunuyordum
Büyüdü artık genç kız oldu kızım/lar
Birer gelin adayıdır şimdi onlar
Ben kendime bir oğul oluyorum
Yüreğimde deli dolu coşkular”

ZEYNEP'İ GÖZÜNDE TÜTER
Darbeciler bir aydının oralarda olmasından hoşlanmaz. Oysa çocuklarla kurduğu o özgün dil yeşermiş, çiçek vermiştir çoktan. Felsefenin, şiirin imbiğinden süzülen bir dostluk bağı kurmuştur Bingöl’de. Öğrencilerinden, yoksa dostlarından mı desem, dertlenir bu sürgün işine. Hocasından ayrılmak istemez. Üzüntüsünü söyler Altıok Metin’e, bilge bir yanıt alır. “Üzülme bana verilen bu ceza değil bir mükafattır, çoğu dönemler cezalar mükafat, mükafatlar ise cezadır. Eğer beni sürmeselerdi, o zaman cezalıydım. Çünkü ben bu düzenin adamı değilim.” Sürgüne dayanır yüreği. Aydınlar teker teker toplanmakta, büyük toplumsal kavga yaşanmaktadır. Devrimci bir şair için anlaşılır bu durumlar elbet. Bazen düşünürüm; iki tür duygu akar sanki Altıok Metin’in yüreğinden, biri memleketine dair duyduğu sancının kederli sesi, ki şiirinde damla damla sezilir, diğeri yalnızlığıyla giriştiği o uçsuz bucaksız tekinsiz kavga. Zeynep gözünde tüter. Mektuplar yazar. Belli ki uzun kış geceleri sanrılı düşler içinde yorulur. En büyük arzusu çok uzakta olan kızıyla bir deniz tatili yapmaktır. Baş başa, sevgiyle baba ve kız. Para biriktirir ve özlemini akıtır dizelerine, küçük kızına sitem eder bazı bazı…

“Her gece düşümde bir çocuk
Koşarak telaşla yanıma geliyor
Burnu kanamış dudağından aşağıya akıyor.
Ay yüzlüm nasıl unuturum seni,
Burnunun kanı hâlâ parmaklarımda duruyor.
Sen beni unuttun mu yoksa?
Bir tek mektup yazmadın.
Babacık hasretle senden haber bekliyor.
Nasıl unutursun beni nar çiçeğim
Öpücüğün yanağımda duruyor.”

AYDINLIĞIN PEŞİNDE
Dostu Mehmet Taner’e: “Beni kaynar kazanda kaynattılar” der bir gün. Şairin imge gücünü bilir dostu mecazi olarak alır bu cümleyi. Yüzü karmakarışık görünür dostuna. Olay gerçektir. İzmir’de anne babası tarlada işleriyle meşgulken akrep sokar şairi. Zehrini alsın diye köylüler kaynar bir kazana atarlar Altıok Metin’i. Küçük bedeninin acısı dipdiri durur gözlerinde. Dedim ya bir kahindir şair… Sivas’a Pir Sultan’ı anmak için yola koyulan ekipte şair de vardır. Bir aydınlığın peşine düşmüştür. Pusu kurulacağını, çocukluğundaki gibi yanacağını bilir. Yemin etsem inanır mısınız, bunca imgeyi, hayatının neredeyse tamamını şiirine açık yazan birinden söz ediyoruz. Yüzündeki keder, sessizliği bundandır belki. Karamsardır. Bir süredir düz yazılarını sürdürür. Memleketin haline dertlenir. Gericiliğin saldırgan tutumuna işaret eder. “Şeytan Ayetleri”ni yayımlayan Aydınlık’ta yazmaktadır ve gelen tepkilerin, o karanlık yüzlerin memleketi nereye götürdüğünü görür. Uyarır. Sivas’a doğru yola çıkmadan son yazısını götürür gazeteye, bırakır. “Öyleyse toplum olarak bir okuma seferberliği başlatmanın tam sırasıdır” der ve koşarak gider sanki yangın yerine.

“Bağırsam neye yarar, nasılsa duymazlar
Ben bir kömür ocağının onulmaz göçüğüyüm;
İçimde cesetler ve daha ölmemişler var.”

İtirazı da isyanı gibi şaire yakışır biçimdedir. Bir yanı gülünç gelir insana. Ağzından salyalar akıtan, çocuklarına ölümü izlettiren azgın, saldırgan bir yobaz kalabalığa hangi dizeyle seslenmek mümkündür? Kavgaya girişmek için silahı elinde tuttuğu süpürge sopasıdır şairin… Yanar o gün orada… Önceden dediği gibi olur. Ahmet Say: “Şiiri durdu” der.

Bana kalırsa “Şair Kimsesiz Bir Mektuptur”
Titrek mum ışığına sade bir gölge
Gökgürültülü geceye düşen yoksul kiracı
Bir yalnızlık yolcusu, hasretinde demli çay
Terk edilmiş masada, unutulan lokma
Terli atın yelesinden şiir damıtan adam
Şair, gölgesi başında yas tutar
Kız çocuğu savrulur da savrulur
Yangın yerinde yorgundur yaşamaktan
Bilinmez hangisi şair, hangisi çocuktur