Marx Kapital’de dönemin en gelişkin kapitalist ülkesi olan İngiltere’yi incelemiş, Alman işçi sınıfının “İngiltere’den bize ne” deme ihtimaline karşı ise, İngiltere’de yaşananların eninde sonunda Almanya’da da yaşanacağını anlatmak için “de te fabula narratur/anlatılan senin hikâyendir” demişti. Bugün ülkenin doğusunda kanlı, çok kanlı bir hikâye yazılıyor ve evet, anlatılan bizim hikâyemiz; çünkü orada yazılan hikâyenin etkileri dalga dalga bütün bir ülkeye yayılıyor. Savaşın biçimlendirdiği kültür, ideoloji ve devlet aygıtı, ülkenin bütününde etki yaratacak bir veçheye kavuşuyor, “savaş aracılığıyla rejim inşası” diye tarif edebileceğimiz bir mekanizma hayata geçiriliyor.

Evlerin duvarlarına yazılan “kurdun dişine kan değdi” yazılarını hatırlayalım, milliyetçiliğin yeniden sahneye çıkışını ve rejimin İslamcı söylemine güçlü bir şekilde eklemlenişini… Sadece İslami/muhafazakâr söylemle mobilize edilemeyecek olan ama Kürt düşmanlığının kolayca harekete geçirebileceği ülkücü/milliyetçi cenah, bir çırpıda rejimin yanında yöresinde hizaya giriverdi bu eklemlenme aracılığıyla.

Okul tahtalarına yazılan “eğitim sırası bizde” yazılarını ve onların önünde çektirilen fotoğrafları hatırlayalım, onların sosyal medyada paylaşılma biçimlerini… Yazılan kahramanlık destanlarını, şehit kültü ve cenazeler aracılığıyla militarizmin nasıl yükseltildiğini, mehter marşlarını, tekbirleri, Kuran kurslarındaki toplu şehit dualarını, “gâvura karşı savaş” haberlerini ve asker selamlı gol sevincinin geri dönüşünü. Toplum, “ortak düşman” aracılığıyla rejimin etrafında kenetleniyor, parti ile devlet bütünleşmesi kolaylaşıyor, gaza ve cihat söylemi rejimin kurucu ilkesi olan dini toplumun bütün gözeneklerine yayılıyor ve savaş, rejimin tepesindeki ismi bir “komutan, kurtarıcı” figürüne dönüştürüyor. Liderin, partinin ve rejimin meşruiyeti savaş aracılığıyla yeniden ve yeniden üretiliyor; rejimin devlet aygıtı, ideolojisi ve icraatları sorgulanamaz hale geliyor.

Tam da bu nedenle, bir TV programındaki birkaç dakikalık bir telefon bağlantısında sarf edilen, “Çocuklar ölmesin” sözünün üzerine böylesine topyekûn bir şekilde gidiliyor. Sözleri sarf eden kişi için sürek avı başlatılıyor, etliye sütlüye bulaşmamayı yaşam felsefesi haline getirmiş bir şovmene özürler diletiliyor, kanala para cezası kesiliyor. Rejimin savaş aracılığıyla inşa sürecini etkileyecek her girişim, adli, medyatik ve politik araçlarla anında boğuluyor, popülerleşmesine izin verilmeden anında bertaraf ediliyor.

Peki yeterli mi, elbette değil. Toplumun her gün yeniden ve yeniden “biz ve onlar” ekseninde bölünmesi, “Ya bizdensin ya teröristlerden” denilerek taraf olmaya zorlanması ve böylece rızasının sağlanması gerekiyor. İmzacı akademisyenlerin arenada aslanların önüne atılırcasına kitlelerin önüne atılması bu nedenle tesadüf değil elbette. “Devletin ekmeğini yiyip devlete ihanet eden akademisyenler” söylemi, lümpenlik üzerinde yükselen bütün rejimlerde olduğu gibi aydın düşmanlığını gündelik siyasetin bir parçası haline getiriyor ve yoksul kitlelerin bilinçsiz sınıf kinleri, “tuzu kuru, elit ve milletin değerlerine yabancılaşmış hainler”e yönlendiriliyor.

İslamcılıkla milliyetçiliğin buluşmasının militarizmle taçlandırılması, Türk-İslam sentezci bir şiddet aygıtının rejimin vurucu gücüne dönüşmesi, aydın düşmanlığı ve lümpenliğin yükselişi sadece Kürtler için mi tehdit peki, bunu bir düşünelim. Gericilik ve ırkçılık sadece Kürtlere mi düşman bu ülkede, bir sorgulayalım. Bu şiddet aygıtı Gezi misali bir direnişte ne şekilde devreye sokulacak, kendimize bir soralım. Hukukun ve anayasanın askıya alınışı, “mevzuatın bir kenara bırakılması” ve yargının tek adamın talimatları doğrultusunda işler hale gelmesi, ülkenin sadece bir bölgesi ile mi sınırlı kalacak, bunları bir konuşalım.

Polis giderek ordulaşır, asker giderek polisleşirken, sadece Kürtlerin değil, bütün bir toplumun aklının, hafızasının ve vicdanının rehin alınışıyla karşı karşıyayız. Daha önce sahte delillerle ve düzmece davalarla mahkeme salonlarında gerçekleşen rejim inşa sürecinde, şimdi “savaş aracılığıyla inşa” aşamasındayız; buradan varılacak yerin ise başkanlık olduğunu, bütün planların ona göre yapıldığını biliyoruz.

Bugün ülkenin bir bölgesinde, hepimizin ortak geleceğinin provası yapılıyorsa, “Orada neler oluyor?” sorusunu sormak hem yurttaşlık hem insanlık vazifesidir. Bu soruyu sormak, “Ya bizdensin ya teröristlerden” şantajına boyun eğmemek, geleceğimizin ipotek altına alınmasına teslim olmamak demektir. Unutma, kuşatılmış bir kentin bombalanmış bir evinin bodrum katında ölümü bekleyen insanlar senin de hikâyendir, çünkü insanlık hepimizin ortak hikâyesidir.