Seçime ilişkin yorumlar envai çeşit; yorumların yorumları da az değil. Medyada “statükocu-demokrat” atışmaları da berdevam...

Seçime ilişkin yorumlar envai çeşit; yorumların yorumları da az değil. Medyada “statükocu-demokrat” atışmaları da berdevam. Bir kısmı halka, diğerleri de onlara veryansın ederken, bir tarafta helalleşme, öte tarafta Stockholm sendromuyla uğraşılıp durulduğu da söylenebilir. CHP’nin bekleneni verememesi ise, böyle atışmalar, yorumlarla geçiştirilecek gibi değil; bitmeyen iç çatışmaların bir yenisi geliyor. 

Seçim yorumları arasında Bianet’te okuduğum Ayşe Buğra ile A.Murat Eren’in analizleri bana ilginç geldi.. Buğra, olumsuz sosyo-ekonomik göstergelere karşın AKP’nin yoksul kesimlerden oy almasını sosyal politikalarla açıklamaya çalışırken, Eren il bazındaki sosyo-ekonomik gelişmelerin oya yansımadığı gibi sonuçlara varmakta. Bu iki değerlendirme nasıl bağdaştırılabilir diye düşündüm.

Türkiye’nin insani gelişme endeksinde ekonomik gelişmişlik düzeyine göre 26 basamak geride, 83. sırada  olduğu biliniyor. Yoksulluk oranı yüzde 18; işgücüne katılımın yüzde 45’lerde kalmakta; kadınlar arasında bu oran yüzde 27; bu düşük katılımda bile istihdamın yarısı kayıt dışı ve işsizlik oranı resmi olarak yüzde 12 dolayında, gerçekte daha fazla; asgari ücretin ancak sefalet ücreti olarak nitelendirilebileceği biliniyor; tüketim yüksek, ancak kart borçları da durmadan artmakta. Bu sosyo-ekonomik göstergelere karşın, sosyal politikanın en altta kalan yoksullara yardım politikasından öteye gidemediği bir ülkede  seçmenin yarısı bu politikalara evet diyor. Garip olsa gerek!
Öte yandan, işçi ve memur sendikalarının nasıl geri püskürtüldüğü, bir tarafta toplu sözleşme bile yapılamazken, diğer tarafta dışarıdaki işsizler ve kayıtsızlar hatırlatılarak toplu sözleşmelerin nasıl baskılandığı malum. Ancak, kentlerde alınan yüksek oylara bakarsak, I Mayıs’ta alanları doldursa da, emekçilerin önemli kısmının da bu politikalara karşı fazla bir muhalefeti olmadığını düşünmekten başka yol yok. Buradaki garabet de az değil!
Buğra, bu olumsuz göstergelere karşın AKP iktidarından yana oyları, çelişkili görünse ve tek etken olmasa da, yoksullara uzanan politikalara bağlıyor. Geçmişte daha adil bir sosyal politikanın olmayışı ve AKP iktidarının, hak temelli olmasa da, sağlık sistemindeki reformlardan sosyal yardım alanlarını ve kapsamını genişleten uygulamalarının kadar birçok politikasının kentlerin çeperindeki kesimlerden oy almasında etken olduğu sonucuna varmakta. Böyle bir ilişki kuranlar az  değil; ben de bu görüşteyim.   

Murat Eren ise, seçim sonuçlarını il bazında ve en çok oy alan partilerden yola çıkarak analiz etmenin birçok detayın atlamasına yol açacağını söyleyerek, kentlerin gelişmişlik düzeyi ve 2003 yılından buyana sosyo-ekonomik gelişmişlik açısından yaşadıkları değişimin seçimlere nasıl yansıdığına bakmış. Bunun için 2003-2010 arasında illerin sosyo-ekonomik gelişmişlik düzeyindeki değişimi irdeleyen bir araştırmayı baz almış ve bu araştırmaya göre olumlu veya olumsuz anlamda değişim gösteren veya aynı düzeyde kalan illeri guruplandırarak, bu illerde ortaya çıkan seçim sonuçlarını irdelemiş. 

Vardığı sonuç şu: İl bazındaki değişim veya seçmenlerin yaşam kalitesindeki yükseliş veya düşüş seçimlerde verilen oylara yansımıyor. Yani bu illerdeki seçmen davranışıyla sosyo-ekonomik koşullarda olumlu veya olumsuz değişim arasında anlamlı bir ilişki yok. Ancak bağımsızların daha çok oy aldığı iller için bir ilişkinin varlığından söz edilebilir; çünkü, bu illerin çoğu 2003 yılından buyana sosyo-ekonomik açıdan daha gerilemiş durumdalar.
Bu koşullarda, özellikle orta sınıf için yaşam standardından daha etkili olan korkular veya değerlerin devreye girdiğinden söz etmek de kaçınılmaz. Yoksul kesimler için ise, bu korku ve değerlerin yanı sıra, yeterli olmasa da sosyal yardımların gelişmesinin AKP’den yana oy verme eğilimini arttırdığı söylenebilir.

İki analiz çelişkili sonuçlar veriyor gibi; oysa değil. İnsani gelişme göstergeleri ve sosyo-ekonomik eşitsizlikler ortada; sosyal yardımların çapı ve etkisi belli. Bu durumda yoksullara yönelik politikaların oy getirdiği düşünülse de, olumsuz koşulları dönüştürücü daha temel politikaların istenmemesi veya yokluğunun önemli bir oy kaybına yol açmaması gibi bir gerçeklik de var.  Bu da, yaşanan sosyal sorunlarla izlenen ekonomi politikaları arasında bir bağ kurulamaması, kısacası demokrasi ve vatandaşlık bilincinin yetersizliği ile açıklanabilir. Eren’in analizi bunu vurgularken, asıl kaygı duyulması gereken noktayı da ortaya koymakta.  

Özetlersek, her iki sonuç da, bu ülkedeki siyasal seçimlerde sosyo-ekonomik koşulların ve sınıfsal kimliğin fazla bir anlamı olmadığını, buna karşın popülist politikaların karşılık bulduğunu göstermekte. Galiba hem muhafazakarları hem de liberalleri seçim sonuçları açısından asıl sevindiren nokta burası. Solun en çok üzerinde durması gereken nokta da burada, kuşkusuz. Birçok İslami yazarın solu toplumu anlamamakla, örneğin dinin önemini görmemekle suçladığını biliyoruz. Solun sıgaya çekileceği epeyce şey olduğunu düşünsek de, aslında hepimiz için buradan nasıl bir demokrasi ve özgürlük anlayışına ulaşılabileceğimiz gibi  bir soru var. 

Kısacası seçim sonuçları ile halkın zekası veya gerçekçiliği arasında bir ilişki kurmayı düşünmüyorum; ama siyaset, demokrasi ve vatandaşlık anlayışındaki gedikleri ve bunların nasıl popülist politikalara kurban gittiğini söylemeden geçemeyeceğim. Sınıfsal ve bölgesel sosyo-ekonomik göstergeler ortada. Bu göstergelerle siyaset ve demokrasi arasında bir ilişki kurulmazken, milliyetçilik, müslümanlık, cemaatçilik, etnik kimlik, klientalizm üzerine bir siyaset ive demokrasi inşa edilmesi ise, hem gelecek hem demokrasi açısından kaygı verici. Bu hep böyleydi diye de avunamayız. Bir yandan az çok ders almamız gereken bir demokrasi deneyimimiz, öte yandan sözde de olsa demokratikleşme gibi bir beklentimz var.

Bu nedenle, devletçi ve statükocu partiler, siyasetçiler ve köşe yazarlarına ver yansın edenler onların gerçekçilik kaybından söz ederken, başka gerçekliklerin gözden kaybolduğunu söylemeden geçemiyorum. Örneğin bu oy davranışı nedeniyle değil midir ki, -bırakınız sosyo-ekonomik eşitsizlikeri- heykeller yıkılmasına, gazetecilerin hapse girmesine, öğrencilerin coplanmasına fazla ses çıkarılmamaktadır. Bundan dolayı değil midir ki, medyada bir “iktidar-düzen” ayarı yapılma gereği duyulmaktadır! Devletin partizanlaşmasına, kamu arazilerinin yağmalanmasına, tarihe ve doğaya boş verilmesine, kentlere çirkinlik abidelerinin dikilmesine yeterince ses çıkarılamaması da bundan değil midir?

Kısacası sormadan edemiyorum. Reel politik derken, önemser göründükleri demokrasiye milliyetçi ve ümmetçi söylem, cemaatçi dayanışma, popülist politikalar ve onların karşılığı olan klientalist davranışlarla mı gidileceğini düşünüyorlar?