Ziya İlhan Dağdaş, Kara Harp Okulu Bando Komutanlığı’nda görevli bir astsubaydı. 15 Temmuz gecesi “Sokağa çıkın” çağrısına uyarak sivil kıyafetlerle Genelkurmay’ın önüne gitti. O günden sonra kendisinden haber alamayan annesi Ankara’ya giderek günlerce oğlunu aradı. İlhan astsubay dokuz gün sonra bulundu. Kafasından aldığı tek kurşunla yaşamını yitirmişti ve cansız bedeni morgda yatıyordu.

Annesi oğlunun darbeciler tarafından öldürüldüğü için şehit sayılmasını istedi, devlete göre ise İlhan Dağdaş darbeciydi. İlhan astsubayın naaşı askeri tören yapılmadan, camide kılınan cenaze namazıyla defnedildi, sonrasında mevlit okutulmasına dahi izin verilmedi. Olayın üzerinden aylar geçti, savcılığın yürüttüğü soruşturmanın neticesinde İlhan Dağdaş’ın darbeci askerler tarafından öldürüldüğüne ve şehit sayılmasına hükmedildi.

İlhan astsubayın hikâyesi bu memleketin, bu memleketin insanlarının hikâyesi aslında. İnsanlarına “terörist” olmakla “şehit” olmak dışında başka bir seçenek bırakmayan, kimilerinin şehitler kimilerinin ise hainler mezarlığına gömüldüğü, herkesin şehitlikle teröristlik arasındaki o ince çizgide salınıp durduğu ama neticede hepimizi birer yaşayan ölüye dönüştüren, ölümün damgasını vurduğu bir memleketin ve onun insanlarının hikâyesi.

7 Haziran seçimlerinin fiilen geçersiz sayılmasının üzerinden geçen 1,5 yıllık sürede bombalı saldırılarda ölen insan sayısı 421’i bulmuş durumda. Ölümlerde Irak’la ve Suriye’yle yarışıyoruz, Irak’laşma ve Suriye’leşme, daha doğrusu Ortadoğululaşma yolunda hızla ilerliyoruz. Evet, bu yaşananın adı Ortadoğululaşma. Bomba yüklü araçlarla şehrin orta yerinde intihar saldırıları düzenlemenin sıradanlaştığı, sokağa her gün ölüm korkusuyla çıkılan ve eve her gün “Bugün de ölmedik şükür” hissiyle dönülen bir ülke artık Ortadoğu’dadır, Ortadoğululaşmıştır.

Peki ortada kendiliğinden ortaya çıkan, kontrol dışı, engellenemez bir durum mu vardır? Elbette ki hayır. Ortadoğululaşma bir tercihtir. Ortadoğu’ya dair emperyal hayaller görmenin, ülke topraklarını cihatçılara açmanın, sınırları lojistik üs yapmanın, komşu topraklara ateş, kan ve ölüm taşımanın sonucudur. Nietzsche, “Uçuruma uzunca süre bakarsanız, uçurum da size bakmaya başlar” der. Türkiye Suriye uçurumuna baktıkça Suriye uçurumu da Türkiye’ye bakmaya başlamış, Suriye Türkiye’nin uçurumu olmuştur.

Ancak mesele bundan ibaret değildir, şiddetin Türkiye toplumunu rehin almasının gerisinde şiddetin bir yönetim stratejisine, bir idare teknolojisine dönüştürülmesi vardır. 7 Haziran seçimlerinde sandıktan istenen sonuç çıkmayınca “Yola şiddetle devam ediyoruz” denilmiş, masa devrilmiş, silahlar tekrar konuşmaya başlamıştır. Bombalar, ölümler, katliamlar toplumu sindirmiş, yıldırmış, kaderine razı bir hale getirmiştir. Güvenlikleştirme siyasetiyle birlikte, toplumun güvenlik kaygısına oynanmış, “Biz yoksak kaos var” mesajı verilmiş, iş adeta giderek “Lanet olsun, ne istiyorlarsa alsınlar, ne istiyorlarsa olsunlar”a dönüşmüş ve ortaya 1 Kasım seçim sonuçları çıkmıştır.

Adı konulmamış ve resmen ilan edilmemiş bir savaşın tam ortasında yer alan, insanına şehitlikle teröristlik dışında başka bir olanak tanımayan, şehitler mezarlığında yatanlarla hainler mezarlığında yatanların toplamından ibaret devasa bir mezarlığa dönüşen bu Ortadoğu ülkesine elbette ki bir savaş hali uygulaması olarak “seferberlik” yakışacaktır. O seferberlik ise rejimin doğasına uygun bir şekilde, yani anayasal prosedüre aykırı olarak, dolayısıyla hukuku dışarıda bırakarak, daha doğrusu “Liderin söylediği hukuktur” anlamına gelecek şekilde ilan edilecektir.

İster mecazi anlamda kullanılsın, ister resmen ilan etmenin ön hazırlığı olsun, seferberlik siyasetin sıfır noktası anlamına gelmektedir, çünkü seferberlik halinde anayasa, hukuk, hak ve özgürlükler yoktur, muhalefet, sendika, grev, miting vs. de yoktur. Seferberlik iktidarın mutlaklaştığı, toplumun askeri bir disiplinle hizaya getirildiği, her türlü muhalif sesin “düşmanla işbirliği” ithamıyla boğulacağı kesin bir sessizlik halidir. Buradan varılmak istenen yerin başkanlık olduğu ise bellidir, seferberlik başkanlık için ilan edilmektedir.

Ancak eğer olağanüstü yönetim biçimlerinin zirve noktası olan seferberlik hali gündeme gelmişse, artık OHAL de yetmiyor, güç sahipliği daha fazla güç arzusunu beraberinde getiriyor ve asla tatmin edilemeyen bu arzu, bir saplantıya, başlı başına bir güçsüzlüğe ve kırılganlığa dönüşüyor demektir. Dolayısıyla artık güvenlik siyaseti daha çok güvensizlik ve güç istenci, daha fazla istikrarsızlık anlamına gelmektedir.

Peki Türkiye toplumu? Türkiye toplumu “Şehitlikle teröristliğin dışında başka bir seçenek daha var” deyip ölüm siyasetini ret mi edecektir, yoksa teslim olacak ve yeni Türkiye adlı bu koca mezarlıkta zombi misali yaşamaya devam mı edecektir? Soru budur.