Hasta yatağında fes takıyor, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan tarafından hürmetle ziyaret ediliyor. Daha önce Saray sofralarının baş kösesine oturtulmuşluğu da akıl fikir danışılmışlığı da var. Bu nedenle “Meczup” deyip geçmek kolaycılık. Çünkü Mısırlıoğlu, Türkiye’nin içinde olduğu durumu özetleyen önemli bir sembol. Gericiliğin ikiyüzlülükle, sahtekarlığın menfaatle nasıl uyumlu halde olduğunun, yozluğun, çürümüşlüğün bir çatlak bulduğunda nasıl zehirli metan gazı gibi yayıldığının kısa özeti.

Riyakârlık ve ahlak erozyonu

Atatürk’ün malvarlığına atıp tutuyor; servet makinesi olan bir lokanta işlettiği anlaşılıyor. Ahlak dersi veriyor, oysa Eski Trabzonspor Kulübü Başkanı Ahmet Celal Ataman tarafından geçmişte bir derneğin parasıyla ‘yağ ticareti yaptığı gerekçesi ile’ ihraç edildiği iddia ediliyor. Kadir Mısırlıoğlu işte bu. Onu ziyaret, ona hürmet de ülke içinde bulunduğu çürümüşlükten, sistem erozyonundan azade değil. Adeta kopyalanıp yapıştırılan tarihimizin, ahlak erozyonunun, riyakârlığın bir suretidir o.

Fese de karşı çıkmışlardı

Eyüp Sultan’da ilk işletme İstanbul’un fethinden yıllar sonra açılır. 3 Mart 1829’da Cuma namazı kılmak için bir araya gelenler, Sultan II. Mahmut’u gördüklerinde hayrete düşerler. Yeniçeri Ocağı’nı kaldırarak, ‘hayırlı bir olay’ gerçekleştiren sultan, ilk kıyafet devrimine de imzasını atar. Üzerinde geleneksel saray kıyafetleri değil pantolon başında ise kavuk yerine fes vardır. Ahali yaftayı yapıştırır: “Gâvur Padişah!”

Gâvur padişah

Yeniçeri ocağını kaldıran Sultan Mahmut, geri adım atmaz. Fakat hassas dengelerdir. ‘Gâvur Padişah’ imajını silmek için başka yöntemler bulur. En fazla türbenin yapılması, önüne gelene şeyh mezarı verilmesi onun döneminin icadıdır. Aynı 1832 yılında Eyüp’te kurulan fabrika gibi. Burası bir fes farikasıdır. İşletmeye fese memleketlerinden aşina olan Tunuslu ustalar yerleştirilir. Bu ustalar hem Türk hem de Ermeni işçilere eğitim vermeye başlayınca, personel sayısı 3 bine kadar yükselir.

Kiraz ağacına benzeyen Türkler

Fesin görünümü son derece basit olsa da imalatı bir o kadar karmaşık bir iştir. Fesin kullanım şekli sahibini anlatır. Düz takan efendidendir. Ökçesinin arkasına basan Galata külhanbeyi fesi, yana yatırarak mesajı verir: “Ben püsküllü belayım!” Fesin püskülü ise kendi başına beladır. Çabuk dolaşır, ipleri biririne karışır ve düzensiz görünür. Böylece ortaya yeni bir meslek grubu çıkar: Püskül tarayıcılar. Fesin yaygınlık kazanması, ilginç adetlerin gelişmesine de olanak verir. Kan almak, sülük yapıştırmak ve diş çekmekte hünerli Lütfü Bey’in fesine, o zamanlarda cerrahları tanımlayan ‘kerpeten’ sembolü takma izni verilir.

Bugün büyük bir semte adını veren Feshane, geçmişte İstanbul sokaklarının kırmızı bir deniz gibi boyanmasına neden olur. Fesin kullanımı II. Mahmut dönemine denk gelse de Anadolu’da asırlar önce fes kullanıldığına dair şaşırtıcı kayıtlar vardır. 13. yüzyılda Aslan Yürekli Richard’ın ordularıyla Haçlı seferlerine katılan Fransız şair Ambroise, Türklerin kırmızı başlıklarıyla olgun kiraz ağaçlarına benzediklerini yazar.

Değişmeyen şeyler: El üstünde tutulan menfaatçi meczuplar

Fesle ilgili ilginç bir gelişme de III. Murat döneminde yaşanır. Bu çıkış notamızla ilişkilidir. Tarihçiler bu dönemi, Osmanlıda yozlaşmanın somutlaşmaya başladığı kesit olarak görür. Padişah Murat’la birlikte Manisa’dan gelen Şeyh Şuca, çocuğu olmayan saray kadınlarına muska yazmakla ünlenir. Murat’ın himayesindeki şeyh, adını İstanbul’daki rezaletlere de altın harflerle yazdırır. Şuca, genç oğlanlara düşkün kişilere hizmet veren meyhane ve kahvehaneler zinciri kurarak, büyük bir servet sahibi olur. Kazandıklarından bir yüzdeyi de sultana verir. Tarihçi Peçevi konuyla ilgili olarak şu satırları kaleme alır: “Şeyh Şuca, padişahla her buluştuğunda kazandığı hasılattan birer ikişer kese florin getirirdi.”

Maymuna fetva çıkarttı

Şeyh Şuca’nın önemli icraatlarından biri de maymunlara yönelik bir fetva çıkarmak olur. Maymunlar insana benzediği için başlarına bir şey giydirilmesine karar verir. Böylece Istanbul’daki iki yüz maymuna kırmızı takke takılır. Şeyh Şuca da henüz II. Mahmut’un kıyafet devriminden çok daha önce başına fes takmış biridir. Ahlak yoksunu Şeyh Şuca ilginç bir biçimde ve farkında olmadan Darwin Teorisi’ne de yaklaşmıştır.

Sonuç olarak; menfaatle örülü ikiyüzlülük ve ‘maymunluk’ tarihimizle birlikte fesle olan ilişkilerimiz de eskidir. Bizde derler ki; “Bizim kız bizden kaçar, başını kapar, ‘gözünü’ açar.”