“Sınıf”ın yakışıklısına elveda

1965’ten 1980’e kadar geçen on beş yıl Türkiye tarihinin “ayrıksı” bir dönemini teşkil eder. Ayrıksıdır, çünkü bu dönemde Türkiye işçi sınıfı siyasal bir aktör olarak tarih sahnesine çıkmış, sanata, edebiyata, popüler kültüre, sosyalizm fikri damgasını vurmuştur. Yalçın Küçük’ün deyimiyle “Ağaçların bile sola eğildiği” ve solun toplumsal gücü nedeniyle popüler olmanın, moda olmanın, meşhur olmanın yolunun solcu olmaktan geçtiği, eğer izlenmeleri, okunmaları, dinlenmeleri isteniyorsa, filmlerin, kitapların, şarkıların arasına “bir tutam sol” eklemenin adeta bir zorunluluk gibi görüldüğü yıllardır bu yıllar.

Tam da bu nedenle, istedikleri kadar meşhur ve “star” olsunlar; örneğin Cüneyt Arkın’ı “işadamı Fehmi Çok”a karşı mücadele ettiği filmlerde oynamak zorunda bırakan, Kemal Sunal’a duvara “faşo ağa” yazdırıp “işçi sınıfı partisine özgürlük” dedirten, Orhan Gencebay’a “kula kulluk edene yazıklar olsun”u besteleten zamanın ruhudur. Tarık Akan’ın henüz politize olmadığı ve sınıfın yakışıklısı Ferit’i oynadığı, izlenme rekorları kıran Hababam serisi bile, hayli “light” ve “serbest” olmakla birlikte bir Rıfat Ilgaz uyarlamasıdır ve bu “light”lığa rağmen film kaçınılmaz olarak toplumcu bir karakter taşımakta, toplumcu mesajlar vermektedir.

Tarık Akan’ın dönüşümü ise bu filmden sonrasına rastlar ve Akan “sınıfın yakışıklısı”ndan, “sınıf”ın yakışıklısı olmaya doğru devasa bir adım atar. Üstelik onunkisi basitçe şöhretini koruma, popülerliğini devam ettirme derdi değildir; zihinsel anlamda da bir dönüşüm yaşar ve elbette ki Yılmaz Güney’in de büyük etkisiyle, toplumcu sinemanın en önemli oyuncularından biri doğar. Sürü, Kanal, Maden, bu yıllarda çekilir ve başrolde elbette ki “sınıf”ın yakışıklısı vardır.

Sermaye sınıfının emeğe, akla, düşünceye ve bilime vurduğu büyük darbenin adı olan 12 Eylül’den elbette ki o da etkilenir, gözaltına alınır, hücreye atılır ama solculuğu bir moda olarak görmediği, gerçek bir dönüşüm yaşadığı için politik duruşundan da muhalif kimliğinden de vazgeçmez. 12 Eylül karanlığının en koyu zamanlarında ekmek parası için Yeşilçam’ın vurdulu kırdılı filmlerinde, melodramlarında oynar ama toplumcu sinemayı da ihmal etmez, özellikle 90’larla birlikte yeniden sadece politik filmler söz konusu olur ve toplumcu bir sanatçı, muhalif bir aydın olarak yoluna devam eder.

Tarık Akan’ın serüveni ile Türkiye’nin ve solun serüveni doğal olarak iç içe geçmiştir. Tarık Akan sadece bir sinema yıldızı değil, 70’lerde soldan politize olmuş ve sonrasında politik kimliğini yitirmemekle birlikte o kimliğe “yeni” bir anlam yüklemiş bir kuşağın temsilcisidir, o kuşağın mükemmel bir örneğidir. O “yeni”lik ise işçi sınıfının gücünün kırılmasıyla, Türkiye solunun yediği darbeyi atlamamasıyla, siyasal İslam’ın yükselişiyle, Sovyetler Birliği’nin yıkılıp sosyalist bloğun dağılmasıyla ve küreselleşmeyle doğrudan bağlantılıdır.

İşçi sınıfının ve güçlü bir solun yokluğunda, sosyalizmin yenilgisinin gölgesinde, yükselen İslamcılıktan duyulan kaygıyla ve küreselleşme karşısındaki çaresizlik hissiyle, sözünü ettiğim kuşak sosyalizmden “milliciliğe”, enternasyonalizmden ulus-devlet savunusuna ricat etti. Sınıf mücadelesi vurgusu yerini “mili güçlerin birlikteliği”ne, emek-sermaye çelişkisi perspektifi yerini “küreselleşmeye direnen ulus-devlet” perspektifine bıraktı. Yetmedi, siyasal İslam’a karşı laikliğin teminatı olarak asker görüldü, sermaye düzeninden bağımsız bir ordu olabilirmiş ve dinselleşme sermaye düzeninin politikası değilmiş gibi, askere ilerici bir misyon biçildi. Sınıf içeriği boşaltılmış anti-emperyalizmin bir tür milliyetçiliğe dönüşmesiyse kaçınılmazdı ve memleketin en temel sorunlarından birine, Kürt sorununa bakışı da belirleyen maalesef bu oldu.

Peki bu yazdıklarım Tarık Akan’ın değerini azaltır mı? Benim açımdan bu sorunun yanıtı kesin olarak “hayır”dır ve karşımızdaki nihayetinde ne bir politikacı ne de politik bir düşünürdür, bir sanatçıdır. 12 Eylül ve sonrasındaki o umutsuzluk iklimindeki onurlu duruşu da, kendini piyasaya teslim etmemesi de, gericiliğin saltanatında sokakta olmaktan, adalet mücadelesi vermekten vazgeçmeyişi de paha biçilmez kıymette, paha biçilmez önemdedir. Bu kıymeti, bu önemi anlamak için İslamcıların onun ardından ettiği aşağılık küfürlere bakmak bile yeterlidir. Gericilik, Akan şahsında Türkiye’nin yurtsever, ilerici, devrimci birikimine, tarihine küfretmektedir aslında.

Ben Tarık Akan’ın memleketine borcunu ödeyerek gittiğine inanıyorum, bizim ise ona bir borcumuz var: “Sınıf”ın yeniden siyaset sahnesine çıktığı ve “sınıf”ın yeni yakışıklılarıyla yeni güzellerinin başrolünde olacağı yeni Maden’lerin, yeni Yol’ların, yeni Sürü’lerin çekileceği bir Türkiye’yi yaratmak.