İktidar “güvenlikleştirme” politikaları ile Türkiye’nin bütün meselelerini bir güvenlik sorunu imiş gibi sunmaya ve bunun üzerinden siyasi ajandasını hayata geçirmeye devam ededursun, insanlarımız en temel güvenlik meselesi olan can güvenliğinden uzak koşullarda yaşamaya ve dolayısıyla ölmeye devam ediyor. İşte dördünün toprak altındaki cesedine hâlâ ulaşılamayan Siirt Şirvan’daki madenciler ve işte Adana Aladağ’da çaresizce birbirlerine sarılarak ölen kız çocukları.

Yeni Türkiye’de ne işçi ölümleri tesadüf ne de kız çocuklarının tarikat yurtlarında yaşamlarını yitirmeleri. Soma orada duruyor, Ermenek, Torunlar orada duruyor. Güvencesiz, taşeron, asgari insani koşullardan dahi uzak çalışma şartlarında insanlarımızın beşer onar, onar yüzer ölmeleri elbette ki bir tesadüf değil. Rejimin sömürü çarkı böyle işliyor, rejimin ekonomi-politiği ölü işçi bedenlerinin üzerinde yükseliyor.

Ve Konya’daki kaçak Kuran kursu orada duruyor. Olayın üzerinden yıllar geçmiş, sorumluluk alan yok, tutuklu yargılama yok, aileler yıldırılmış, sindirilmiş, olayın üzeri kapatıldı kapatılacak. Ve arkasından Aladağ yangını geliyor. Yine bir tarikat yurdu, yine kopkoyu, zift gibi bir yoksulluk, yine anne babaların üzerine sinen çaresizlik ve yine çırpına çırpına can veren yoksul kız çocukları. Çünkü gericiliğin o tarikatlara ihtiyacı var, o bitimsiz yoksulluğa, o derin cehalete ihtiyacı var, çünkü ölü çocuk bedenlerinin üzerinde yükseliyor bu rejim.

“Güvenlikleştirme” demiştik başta, oradan devam edelim. Siyaseti bir güvenlik siyaseti olarak kodlamak, “ulusal güvenliğe tehdit”i ve bunu bertaraf etmeyi siyasetin ana meselesi yapmak, iktidara sınırsız bir alan açıyor. Güvenlikleştirme siyaseti ile birlikte “dost-düşman ayrımı” iktidar politikalarının merkezine yerleşiyor, “Ya bizdensin ya onlardan” söylemi ile muhalifler kolaylıkla “iç düşman” yani “terörist” olarak damgalanabiliyor. Ulusal güvenliğe yönelik tehditlerle mücadele, anayasayı ve hukuku askıya almayı, temel hak ve özgürlükleri ortadan kaldırmayı kolaylaştırıyor. Kendisini ulusal güvenliğin koruyucusu olarak sunan iktidar, devletleşme, parti-devleti inşa etme planını daha çabuk hayata geçirebiliyor. Olağanüstü Hal böylelikle hem meşru hem de kalıcı hale geliyor, olağanüstü halin olağanlaşması “güvenlikleştirme” sürecinin doğal sonucu olarak karşımıza çıkıyor.
Olağanüstü Hal idaresinin kökenleri Roma İmparatorluğu’na kadar gidiyor, ama modern zamanlarda Olağanüstü Hal ile sınıf mücadelesi arasında mutlak bir ilişki bulunuyor. Olağanüstü Hal hukukunun “normal” hukukun içine sızması, hukuk dışılığın hukukileşmesi, on dokuzuncu ve yirminci yüzyıl sınıf mücadelelerinin bir sonucu. Egemen sınıflar “normal” koşullarda yönetemedikçe, emekçiler, ezilenler, yoksullar mevcut düzene itiraz ettikçe, düzen “olağan” işleyişini sürdüremez hale geliyor, olağanüstülük düzenin karakteristiğine dönüşüyor.

“Devletin bekası” ile “kapitalizmin bekası” örtüştüğü için, modern zamanlarda devletin bekasına yönelik en büyük tehdidi emekçi sınıflar oluşturuyor. Modern devletin tarihi, işçi hareketini ve sol akımları olağanüstü rejim biçimleri altında boğmanın, bastırmanın tarihi olarak şekilleniyor, Olağanüstü Hal, sınıf mücadelesinin en yoğun biçimlerinden birine tekabül ediyor. Sermaye sınıfı, emekçilere en kolay Olağanüstü Hal koşullarında saldırabiliyor, onların kazanımlarını en kolay, hukukun askıya alındığı zamanlarda gasp edebiliyor.

15 Temmuz’a kadar ilan edilmemiş, 15 Temmuz sonrası ise ilan edilmiş Olağanüstü Hal idaresinde yaşayan Türkiye’de her ay yüzlerce işçi iş cinayetlerine kurban gidiyor. İstatistikler OHAL sonrası işçi ölümlerinin daha da arttığını gösteriyor. Eğitim özelleştirildikçe, devlet sosyal devlet olma niteliğini yitirdikçe, yoksul halk tarikat ve cemaat yurtlarına daha da mahkûm hale geliyor. İşçi ölümleriyle kız çocuklarının ölümünün kesişim noktasında piyasacılıkla gericiliğin ölümcül sentezi duruyor.

“OHAL’i millete karşı değil, devlete karşı yaptık” demişlerdi hatırlarsınız. Bu hatırlatmadan yola çıkarak ve “Acaba öyle mi” diyerek bitirelim yazıyı biz de. Son yayınlanan iki KHK ile hükümet, üstelik Anayasa Mahkemesi’nin aykırı yönde bir kararı olmasına rağmen, şehir içi toplu taşıma ve bankacılık sektörlerindeki grevlerin ertelenmesi, yani yasaklanması yetkisine kavuştu. Böylece “genel sağlığı ve milli güvenliği bozucu” bahanesinin ardına sığınarak yürürlüğe konulan grev yasaklarının kapsamı daha da genişletilmiş oldu. OHAL kime karşı yapıldı, kimler ulusal güvenliğe tehdit diye kodlanıyor, devletin bekası ile kapitalizmin bekası nasıl iç içe geçmiş böylelikle bir kez daha görmüş olduk.

Velhasıl, Şirvan’dan Aladağ’a, OHAL’den grev yasağına uzanan bir yol var, tam da bu nedenle işçi ölümleri ile kız çocuklarının ölümü arasındaki mesafe sandığımızdan da yakın!