BDP’lilerin Meclis’i boykot etmesi, CHP’lilerin yemin etmeme kararları gibi ilk defa...

BDP’lilerin Meclis’i boykot etmesi, CHP’lilerin yemin etmeme kararları gibi ilk defa karşılaşılan olaylar nedeniyle Türkiye fevkalade günler yaşıyor. Kriz lafı dillerden düşmüyor. Evet, bir kriz; ancak, siyaseti kabuk değiştirmeye zorlayan  gelişmeleri ve bunlar nedeniyle “denizler durulmaz çalkalanmadan” misali bizleri daha çok krizin beklediğini düşünmek de kaçınılmaz. Değişimi kabullenmek adına da, demokrasi adına da ciddi bir sınavdan geçeceğimiz ortada; mesele de bu krizleri nasıl atlatacağımız!

Bunlar daha çok konuşulacak. Bunlar konuşulurken, toplumun gündemini yalnız Parlamento ve parlamenterlere mahkum etmemek gerektiğini de düşünmeden edemiyorum. Tamam fevkalade günler yaşanıyor; ama onun dışında da şunu veya bunu etkileyen bir dolu gerçek de var.

Günler değil, haftalardır e-posta adresime “bizi duyun” diyen mesajlar yağmakta. Benzer mesajların tüm köşe yazarlarına gittiği aşikar. Medya bu! Kendi içinde güven kaybetse de, dışarıdan “dördüncü kuvvet” olarak medet umulmakta!

Kadroya atanan öğretmenlerin yerine sözleşmeli olarak atanmayı bekleyen öğretmen adayları verilen sözlerin tutulmadığını, 14 binden fazla atama beklerken sözleşmeli öğretmen atamasının 6 bin dolayında kalmasına isyan ediyorlar. Şunca yıldır atama bekliyorlar; mağdurlar. Seçim öncesi bir söz verilmiş; umutlanmışlar. Bunca öğretmen açığı var, dayanakları güçlü. Eğitimdeki yetersizlik gibi ciddi bir sorunu olan ülkede eğitime daha fazla yatırımın ilk sırada olması gerektiğine de kuşku yok.

Kısacası ne yönden baksanız isyan ve beklentileri haklı. Dolayısıyla konuyu bilen herkese onlerı desteklemek ve siyasal İktidardan verilen sözlerin tutulmasını istemek düşer diyorum.

Diyorum ya, aklıma da birçok soru ve sorun da düşüyor. Örneğin 6 binlik sözleşmeli öğretmen alımını 14 bine çıkarın demekle bitecek mi eğitimdeki mağduriyetler? Ya da, atanmayı bekleyenler için asıl mesele o olsa da, daha büyük resmi konu etmeden atamalardan söz etmek ne kadar anlamlı olabilir? Hele, büyük resim, hem eğitimin hem emeğin perişanlığını ortaya koyuyorsa!

Örneğin okullardaki alt yapı yetersizliği, kalabalık sınıflar, öğretmenlerin kadrolu, sözleşmeli, saat ücretli gibi çeşitli forma sokulması ve mesleğin içinde bulunduğu “değersizleşme”.  Öğretmenlerin yaklaşık yarısının geçinmek için ikinci bir iş yapması gibi gerçekler. Tüm bunları ne yapalım?

Ya, öğrenciler ve eğitimin durumu. Daha önce konu oldu; hatırlatmakla yetineyim. OECD’nin okur-yazarlık düzeylerini (okuduğunu anlama, analiz etme, kullanma gibi kapasitelerini içeren) ölçen uluslararası öğrenci değerlendirme programı (PISA), Türkiye’nin eğitimdeki performans açısından OECD üyesi ve ortağı olan 71 ülke içinde  41. sırada geldiğini göstermekte. Farklı sosyo-ekonomik gruplardan gelen öğrenciler arasındaki performansın büyük eşitsizlik gösterdiği, yani fırsat eşitliğini sağlama açısından da Türkiye 34 OECD üyesi içinde sondan üçüncü sırada-Şili ve Meksika’dan sonra- yer alabilmekte. 2000-2009 arasında öğrencilerin performansı açısından olumlu yönde bir gelişme olmadığı gibi, öğrenci başına harcanan 1200 dolarla en alt sırada yer aldığı ve bu açıdan da bir gelişme göstermediği anlaşılmakta. 

Yani, hem eğitime ve öğrenciye yatırım çok az; hem öğrenciler açısından sosyo-ekonomik eşitsizlieri giderici önlemler yok. Oysa eğitim sisteminde sosyo-ekonomik eşitsizlikleri azaltmaya yönelik önlemler olan ülkelerde öğrencilerin performansı açısından da daha başarılı sonuçlar alındığı görülmekte. Kore buna örnek olurken, Türkiye fırsat eşitsizliğini daha da arttırma peşinde. Kamudaki öğretmenliği bu kadar perişan etmek de, bunun hem bir parçası hem etkenlerinden biri.

Dolayısıyla, eğitim sistemini iyileştirme ve eğitim fırsatını yaygınlaştırma gereğinden, ya da öğretmenlik mesleğine hakkını vermekten söz etmeden perakende çözümler isterken, mağduriyetlerin bitmediğini de görmek duruundayız.

Örneğin neden daimi değil de, sözleşmeli diye sormak gerekmez mi? Nedeni belli tabii. Her tür emeği köşeye sıkıştırma üzerine kurulu bir sistem söz konusu. Kol emeği gibi, zihinsel emek için de koşullar iyiye değil, kötüye gitmekte. Bize de kabullenmek düşmekte; öyle mi?

Okudunuz mu, bilemiyorum. Çağrı merkezlerine eleman yetiştirmek için üniversitelerde ön lisans programları açılıyor. Yani, telefonda sorulacak bir kaç soruya daha iyi yanıtlar vermek üzere üniversite eğitimi aranacak yakında.

Küresel şirketlerin çağrı merkezlerinin emek yoğun ülkelere kaydırdığını biliyoruz. Örneğin Hindistan’a... Buralarda üniversite bitirmiş ve iyi İngilizce bilen gençler çalışmakta; çalışma saatleri de uzun.

Ne yapsınlar? İşsizlikle terbiye edilen insanlar için artık iyi işler aramaktan vazgeçmek ve ne olursa olsun, yeterki iş  olsun demekten başka çare yok! Kadrolu değil sözleşmeli öğretmenlik de böyle değil mi?

Bakın, asgari ücretin sefalet üceti olduğunu kimse inkar edemiyor; buna karşın Temmuz sonrası için yalnızca 26 liralık bir artış yapıldı. Sefalet ücreti olduğu söylene söylene, yıllardır bu da kabulleniliyor. Aynen, sözleşmeli, geçici, yevmiyeli çalışmanın, düşük ücetlerin, kayıtsız ve güvencesiz işlerin, fazla mesailerin ödenmemesinin, yok yere işten çıkarılmanın kabullenildiği gibi. Birçok işte gereğinden fazla nitelik aranır hale gelmesinin kabullenildiği gibi.

Bu söylenenler bilinmiyor değil. Ama umutsuzluktan mı, “gemisini kurtaran kaptan” olmaya alışılmışlıktan  mı, bilinmez; bunlara ses çıkaran az. Bakın, seçimlerde eğitim sisteminin eşitsizlikleri ve yetersizliklerinden söz eden oldu mu? Ya, söz edilmediğini farkeden ve vereceği oyda bunu hesaba katan? Ya da işsizliğin ve geçim sıkıntısının hedabını yapan? Aksine, geçinemediğini söyleyen onca insanın siyasal tercihinin ücret değil başka şeyler olduğu üstüne basa basa söylenmekte. Solcular duysun diye!

Özetle öğretmenlerin ve öğretmen olmak isteyenlerin dünyasını karartan koşullar, emeği “kapana” sıkıştıran koşulların bir devamı. Liberalizm hem geçinebilmek hem de toplumsal normlara uyum sağayabilmek için emeği metalaştırırken, teknoloji durmadan işgücü fazlası üretirken, küreselleşen işgücü piyasası her tür emek için rekabeti artırırken, “insan-emeğin” sıkıştırıldığı kapan da daralmakta. Çıkış yolu ise, insan-emeğin, toplumsal-emeğin kendi gerçeğinin bilincine varması ve birbiriyle buluşmamasına bağlı.  Zor iş diyorsunuz!

Zor tabii! Ama sözleşmeli öğretmen atanmasıyla ilgili talebi de öyle kendisiyle sınırlı bir talep olarak görmek işe yaramaz. Böyle bakıldığında, yıllardır beklendiği gibi daha çok beklenir; taleplere yanıt verildğinde de bir parmak bal çalmaktan öteye gidilmez; bundan da kimseye hayır gelmez.