Olağanüstü bir dönemden geçiyoruz. Darbe planları, sorgulanan komutanlar, tutuklanan askerler ve polisler gibi fevkalâde olayların

Olağanüstü bir dönemden geçiyoruz. Darbe planları, sorgulanan komutanlar, tutuklanan askerler ve polisler gibi fevkalâde olayların ardı arkası kesilmiyor, Kürt meselesi, Demokratik Açılım, türban gibi tartışmaların da. Şimdi bunlara bir de “yargıdaki çatışma” eklendi.
Ama ne çatışma! Zaten epeydir yüksek yargı ile iktidarın arasının açık olduğu bilinmekte. Anlaşılan o ki, kapatma davaları gibi, yasa ve kararların Yargıtay ile Danıştay’dan geri dönmesi de AKP iktidarını bunaltmakta. Başbakan’ın kendi sözleriyle iktidara “kan kusturmaktadır”. Şimdi de, Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK) ile Adalet Bakanlığı arasında ipler kopmuş görünmektedir.
Yürütmenin önüne yine hukuk çıkmıştır.
Birçok hukukçu, yasalar birinci sınıf hâkimlerin soruşturulması ve yargılanmasının Yargıtay tarafından yapılacağına ilişkin açık bir hüküm varken, Erzincan Başsavcısı’nın Erzurum’daki özel yetkili bir savcı tarafından soruşturulması ve mahkeme tarafından tutukluluğuna karar verilmesini eski dille usul, yeni dilde yöntem olarak hukuka aykırı buluyor ve yetki gaspından söz ediyorlar. Davanın içeriği ne olursa olsun, ortaya çıkan bir hukuksuzluk var ve hukuksuzluğu gidermek adına da HSYK tarafından savcının özel yetkisinin geri alınmasına karar verilmiş.
Ve bu karara Adalet Bakanı ateş püskürüyor. HSYK’nin yaptığını bir yetki gaspı olarak nitelendiriyor.
Ve ateş püskürürken de, temel derdinin hukuk devleti olduğunu söylemekte, yargıdaki bağımsızlığın korunmasından söz etmekte.
Hukuk devleti adına kaygılanılmasına sevinmemiz gerek pek tabii ki. Seviniriz de, hukuk devleti, öncelikle yürütmenin ve aldığı kararların hukuk adına denetlenmesi anlamına gelmiyor mu? O zaman, yargıya yönelen bu kuşku, bu öfke neden?
Bir de, HSYK’de reform gereğinden söz ediyor.
Acaba bununla, bu kurulun yapı değiştirip daha özerk hale getirilmesini mi kastediyor? Örneğin Adalet Bakanlığı ve Müsteşarı’nın katılımını gerektirmeyen bir yapıya kavuşturulmasını mı amaçlıyor? Kurul üyelerinin, hâkim ve savcıların yapacakları seçimlerle kendi aralarından gelmeleri mi isteniyor?
Hukukun üstünlüğü ise mesele, öyle olması gerek.
Yok, örneğin Yüksek Kurul’da yer alacak üyeleri daha demokratik olur iddiasıyla Meclis’in seçimine bağlamaktan söz ediliyorsa, orada da bizler kuşkuya düşeriz.
Neden? Çünkü, demokrasiyi çok sevsek de, bu ülkedeki haliyle demokrasiye de, demokratik kurumlara da ilişkin kuşkularımız çok.
Örneğin her fırsatta “milli irade”den söz ederek, iktidarı paylaşmak gibi bir düşünceyi dahi reddeden Başbakan’ın, ülkede birden fazla güç odağının olmasını tehlikeli bulan Cumhurbaşkanı’nın bu yaklaşımlarının demokratik olduğunu söylemek mümkün mü?
Derde deva olarak gösterilen demokrasi, ilkesel anlamda siyasal eşitliği getirmiştir getirmesine de, seçim sonuçlarına bakıldığında siyasal eşitliğin temsil eşitliğine yansıdığını söyleyebilir miyiz?
Yalnız bu ülkede değil, birçok ülkede sosyo-ekonomik koşullar, ya da sosyo-kültürel farklılıkların siyasal temsili sakatladığından söz edilebilir. Bu ülkede ise, bu sakatlık ayan beyandır.
Bu sakatlık, yalnız seçim barajıyla da ilgili değil. Barajın aşağı çekilmesi iyidir, gereklidir de; ancak bu değişim temsili demokrasinin niteliksel anlamda iyileşmesini sağlamaya yetmez.
Örneğin küçük bir hatırlatma: 550 milletvekilinin yalnızca 50’si kadın, 508’i yüksekokul bitirmiş, 200’den fazlası profesyonel meslek sahibidir. Peki toplum böyle midir? Yoksa işçisi, çiftçisi, esnafı, genci ile toplumun çoğunluğunun Meclis’te YOKLUĞUNDAN mı söz etmeliyiz? Hadi temsilin bire bir olmasını bekleyemeyiz diyelim; ya, bu kadar sapmaya ne demeli?
Ya parti-içi demokrasinin sözünün bile edilemeyişi? Patron partileri ve parti-disiplini dediğiniz şey, demokrasiyi gölgelemiyor mu?
Tabii ki, temsili demokrasinin iyileşmesi için siyaset anlayışı ve uygulamasından insana kadar çok şeyin değişmesi gerektiğini biliyoruz. Ama konumuz bu değil.
Konumuz, “milli irade” den söz etmeyi ve kendilerini bu iradenin temsilcisi olarak görmeyi çok seven iktidarlara karşı, hem farklı partilere oy verenler, ya da oy vermeyenlerin varlığını hatırlatmak hem de partilerin aday belirledikleri, sıralama yaptıkları, halkın seçilenler konusunda doğrudan bir söz hakkı bulunmadığı gerçeği ortadayken seçim sonuçlarına “milli irade” adını vermenin kolay olmadığını söylemek.
Bir de ülkenin geçtiği bu olağanüstü dönem ortadayken, buradan salimen çıkmak için yargı organının bağımsızlığının korunması ve toplumda hukukun üstün geleceğine ilişkin inancın daha fazla zedelenmemesi gerektiğini hatırlatmak.
Öyleyse ne yapıyorsunuz?