Genel seçimler yaklaşıyor. Binlerce milletvekili aday adayı var.

Genel seçimler yaklaşıyor. Binlerce milletvekili aday adayı var. Örneğin AKP’ye 5297 adaylık başvurusu olmuş, 683’ü kadın; CHP’ye adaylık için başvuranlar ise 776’sı kadın olmak üzere 4121. Bu arada Ka-Der, önümüzdeki seçimler için 275 kadın istemini ortaya attı; haklı da. Parlamento’da kadınların temsilinin kaplumbağa hızıyla artması beklenmeyecekse, güçlü bir kadın dayanışmasına ihtiyaç olduğu da açık.
Ancak haklılık bir yana, bu ülkede seçime girecek adayları kim belirliyor diye düşünmemek mümkün mü? Bakın, aday adayları için seçim, ya da yarış, -ne derseniz deyin -çoktan başlamış durumda. Bir bakıma asıl milletvekili seçimi, burada, bu aşamada yapılıyor. Aslında vekalet üstüne vekalet, demokraside birkaç kat “dolaylılık” ortaya çıkarken, ortada demokrasi kalıyor mu gibi bir soru da sorabiliriz ya, bu yazıda kadın ve siyaset konusu üzerinde durmak istediğimden bu tartışmaya girmeyeceğim.
Onun yerine, bu parti barajı veya süzgeci varken erkek egemen partilerde erkeklerin yerlerini kadınlara bırakmaları ne kadar mümkün diye sormak istiyorum. Bir de, önümüzdeki seçimlerde bugünkü milletvekillerinin neredeyse tamamının yeniden aday olduğunu düşünürsek Meclis’te sandalye boşalmasının, hele kadın için yer ayrılmasının ne kadar zor olduğu ortaya çıkar sanırım. Kısacası eşit temsil konusunda umutlu olmak hiç kolay değil.
Yıllardır parlamento da, hatta tüm karar organlarında kadınların temsilinin yerlerde süründüğünü biliyoruz. 1990 sonrasındaki seçimleri esas alırsak, Parlamento’da kadın temsilci oranı 1991’de %1.8; 1995’de % 2.4; 1999’da % 4.0; 2002’de % 4.4; 2007’de % 9.1 gibi içler acısı durumda. Böyle giderse, kadının sesinin duyulması açsısından eşik kabul edilen % 30 temsil oranına gelmek için bile daha 5-6 seçim geçmesi gerekeceği anlaşılmakta.   Bu nedenle, küçük artışlar ve sembolik desteklerle yetinmeyip, eşitlik istemek ve bunun için harekete geçmek gerektiği ortada; örneğin seçimlerde kadın adaylar için bir kota ayırmak için hiçbir engel yok; yeter ki, partiler istesinler. Ancak onların şimdilik “oyalama” taktiğini izledikleri ortada.
Öte yandan parti barajını aşıp seçilecek yerlere gelecek kadınlar, acaba partilerini değil de kadınları ne kadar temsil edebilecekler gibi sorular da var; bu sorular ise umutsuzluk boyutunu daha da arttırmakta. Yıllardır kadın sorunlarıyla ilgilenen, çalışan, yazan biriyim. Kadının siyasete girmesi gerektiğini düşündüğüm gibi, bu katılımı güçlendirmek adına kota gibi özel önlemlerin uygulanması gerektiğini de düşünüyorum. Kota istemi ve söylemi daha bu kadar yaygınlaşmamışken, 1990 yılında yaptığım meslek sahibi kadınların siyasete ilgilerini ölçmeye yönelik bir araştırmayla bu kadınların çoğunu kota kavramıyla tanıştırmış ve bu konuda düşüncelerini saptamaya çalışmıştım.[1] Bu konuda “olumlu ayırımcılık” gibi kavramların kullanılmasını da yanlış buluyor, her vesile ile feminist terminolojinin “ayırımcılığın giderilmesi” gibi bir kavramlaştırmayı tercih etmesi gerektiğini söylüyorum. Diyeceğim, kadının siyasete katılımı, bunun için cinslere eşit temsil olanağı sağlamayı amaçlayan “kota” gibi uygulamaları gerekli gören biriyim.
Amma velakin geldiğim noktada, Meclis’te kadın sayısının artmasını değil, feminist yaklaşımın temsilini istemek gerektiğini düşünüyorum. Görünen o ki, erkek egemen siyasetin kendi arasına “kabul ettiği” kadınlar, ne kadının, ne de feminizmin temsili anlamına geliyor. Zaten feminist olmak gibi bir iddiaları da yok; biliyorum. Ancak bu iddiaları yoksa orada olmalarının da fazla bir anlamı yok diyeceğim; kusura bakmasınlar. Çünkü bu dünyanın feminist kadınlara ve feminist yaklaşımların siyasette varlık göstermesine ihtiyacı var.
Siyasetteki (daha doğrusu nerede olursa olsun güce yakın) kadınlara baktığımda, güzel, bakımlı, hatta feminen olsalar da, çoğunlukla, ya erkek gibi düşünüp, davranan, ya da erkeğin himayesinde ve erkeğe yardımcı bir rol üstlenmeyi tercih eden kadınlar görüyorum. Her iki tutumun da, hem eril dünya ve değerlerle uzlaşmak hem güce yaklaşmak için geçerli yollar olduğu açık. Eril değerlerin, en başta güç ve iktidar hedefli, oyunun kurallarına göre oynamayı esas alan, kuralların da hiyerarşik ilişkiler, çıkar ilişkileri, ilkesel olmaktan çok durumsal koşullarca belirlendiği bir zihniyeti temsil ettiğini söylemek yanlış olmaz; değişmesi gerekenler de bunlar.
Örneğin Obama’yı Libya’ya müdahaleye üç kadın ikna etmiş. Aman ne iyi etmişler! Bizde de, bu savaşlardan, müdahalelerden Türkiye’nin payına ne düşeceğini hesaplayanlar arasında epeyce kadın olduğunu düşünmek zor değil. Zaten hangi acı, hangi şiddet, hangi savaş karşısında “biz yokuz” demeyi başarabildiler kadınlar diye bir baksak, ne görürüz dersiniz? Örneğin yıllardır yaşadığımız bir Kürt sorunu var; iki tarafta 40 bin gencimiz yitip gitmiş; arkasından ağlayan anaları ve babalarıyla. Peki, bunca acı karşısında o partiden, bu partiden demeyip savaşa, ölümlere, şiddete, yerinden olmalara son diyen bir kadın dayanışması çıkıyor mu Meclis’te, ya da çıkabilir mi?  Yalnız savaş mı? Eşitsizlik, adaletsizlik, ilişkisizlik, dışlama, birilerinin özgürlüğünün ötekilerin bağımlılığıyla kazanıldığı bu dünya, acaba ne kadar feminizmle, feminist değerlerle uyumlu?
Oysa feminist ahlak veya bakım (care) etiği diye bir şeyden söz ediliyor. Deniyor ki, yalnız insan hakları, özgürlük, eşitlik, haklılık gibi soyut kavramlara dayalı bir adalet anlayışına değil, ilişkiselliği ve karşılıklı bağımlılığı, insanı çevreleyen koşulları dikkate alan, bu çerçevede ortaya çıkan ihtiyaçlara cevap vermeye odaklanmış bir adalet anlayışına ihtiyacımız var.[2]  İlişkisellik ve karşılıklı bağımlılığı esas alan bir adalet anlayışını düşünün; yeryüzü ve doğayla, dünyadaki tüm yaşamla, dünyadaki tüm halklar ve insanlar ile ilişki ve karşılıklı bağımlılığı benimseyen bir adalet anlayışını!
İşte, dünyanın kadına veya feminizme ihtiyacı varsa, bu anlayışlara ihtiyacı olduğu içindir. Yoksa karar vericiler arasında erkek sureti yerine kadın sureti görmek için değil. Bu nedenle geldiğim noktada, kadının siyasete katılımından çok bu katılımın siyaseti ve dünyayı değiştirme/dönüştürme potansiyeli üzerinde durmak gerektiğini düşünüyorum. Bu nedenle, siyasete katılan kadının kim olduğu, temsil ettiği kişilik, düşünce, yaklaşımın ne olduğu önemli.
Açıkçası, böyle yapılmadığında feminizmin “kullanıldığını” da düşünüyorum. Bir düşünün: bir yandan toplumsal cinsiyet eşitliğini isteyen feminist yaklaşımlardan güç alıp siyasette veya daha geniş anlamda karar organlarında kadının temsilinin artması isteniyor, öte yandan feminist hareketin yarattığı ivmeyle bu yerlere gelen kadınlar feminist yaklaşımdan çok, onun dönüştürmek istediği eril dünya ve değerleri temsil ediyorlar. Bu kullanılmak değil midir? Bir yerlere gelmek için feminist düşünce ve taleplerden yararlan, sonra eril dünya ve değerlere katılarak feminizmi bir kenara at!
Bu durumda, siyasette ha erkek, ha kadın olmuş, önemli bir fark yok diyen birçok insana hak vermemek de mümkün değil. Dolayısıyla kadının siyasete katılımını savunan herkes için, asıl savunulması gerekenin siyasete feminizmin girmesi olduğunu da unutmamak gerektiğini düşünüyorum.