Geçen hafta, insan-emek konusunda kafama takılan birkaç soruyu konu etmiştim. Oradan bakıldığında solu, solda olmayı da tartışmak

Geçen hafta, insan-emek konusunda kafama takılan birkaç soruyu konu etmiştim. Oradan bakıldığında solu, solda olmayı da tartışmak kaçınılmaz oluyor. Ama konuşmak kolay mı? Söylenecek çok şey var, bir o kadar da farklı görüş.
Yine de bu ülkede sosyalist soldan demokratik sola kadar birçok sol parti olmasına karşın, sol partilerin de, sol düşünce ve  politikaların da neden güçlenemediğini konuşmak, bunun da ötesinde yeryüzü ve insanlığın kurtuluşu adına başka ve sol bir dünya hayalini canlandırmaya ihtiyaç var.
Bu ülkeye bakarak, “niye böyle oldu” diye sorsak, doğal olarak birçok cevap çıkar ortaya. Kimi sol hareketin ve partilerin kendi günahlarından söz eder, kimi muhafazakarlıktan milliyetçiliğe, bireyselleşememekten cemaatçiliğe, kadercilikten devletçiliğe kadar birçok sosyo-kültürel faktörü sayar, kimi devlet ve yasaklar der başka bir şey söylemez, kimi de küresel kapitalizmin hegemonyasına kadar gider.
Bize de Nasreddin Hoca misali, hepsine “sen de haklısın” demek düşer.
Kısacası, üzerinde kolayca bir sonuca varılamayacak öyle çok mesele var ki, neresinden başlamalı, ne demeli, nasıl bir harman yapmalı sorusu karşımızda. Hele bir köşe yazısında…
Öncelikle güçlü bir sol için engelin de, sorunun da çok olduğu, işe yarar yanıtlar bulmanın o kadar kolay olmadığı gibi gerçekçi bir başlangıça ihtiyaç var, desem.
Diyelim de, buna teslim olmak da, “acısız sol” aramak da ne küresel ne toplumsal anlamda işe yarar. Aksine “inadına sol” diyen, başka bir dünya ve toplum hayalini öne koyan, gerçekçi değerlendirmelerle ütopyacı beklentileri buluşturan bir sola ihtiyaç olduğunu söylemek durumundayız.
Böyle deyince de, iç karartıcı olsa da engel ve güçlüklerden söz ederek başlamak kaçınılmaz. Pek çekici olmayacak, ama bu yazıda bunlardan bir-ikisine değineceğim.
Örneğin bu ülkede solun iç hesaplaşması hiç bitmedi; ama bu hesaplaşmanın sol hareket adına bir kazanım getirdiği söylenebilir mi?  Heyecanlar duruldu, kavgalar, ayrılıklar ise bitmiyor;  bazıları “reel dünyaya” taşındılar,  bazıları yola devam etmekte kararlı, bazıları da umutsuzca kenara çekilmiş durumda.
Peki bunca mücadeleden ve kayıptan sonra sol nerede? Hep yeniden başlamak, hep baştan almak durumunda, desem? Bugün yine böyle. Umarım bugünden sonrası umutlar büyür; ama, epeyce “ama”nın olduğunu da bilmek durumundayız.
Örneğin sol bu toplumda kime, neye dayanarak var olup güçlenecek?
Nüfusun yaklaşık üçte birinin yoksul, yarısının kıt kanaat geçinenlerden oluştuğu, 4-5 milyon gencin işe yarar bir meslek sahibi olmadığı, üniversite bitirmiş gençlerin dörtte birinin işsizlik yaşadığı, emeğin haklarının hep gerilemekte olduğu, emekli olmanın ele güne muhtaç hale gelmek anlamını taşıdığı bir ülkede, nasıl oluyor da sol güçlenemiyor diye hayrete düşebilirsiniz. Ama…
Post-modern yaklaşımlara ait ne düşünürsünüz, bilmem; ama önümüzdeki toplum bunun canlı bir örneği. Jameson’ın, dediği gibi, post-modernizmin “geç kapitalizmin kültürü” olduğunu da düşünseniz, bu toplumda iş, aş, sosyal güvence, sosyal adalet gibi dertlere karşın, bir yandan etnik, dinsel, mezhepsel kavgaların onları bastırdığını, öte yandan devletin “ babalığına” alışmış bu halkın yine ondan bir şeyler bekleyip, ucun ucun bir şeyler alabilme inancını koruduğunu görmezlikten gelemezsiniz.
Şimdi baba devlete karşı sosyal devlet desek, en azından siyasal yoldan yeniden-dağıtım mekanizmaları oluşturmak için insan-emek ile sermaye ve merkez güçler arasında ciddi bir güç dengelemesine ihtiyaç var.
Bu dengelemenin omurgasını emeğin oluşturması da beklenir, değil mi? Ama emek deyince, örgütlü emek anlaşılırsa, dar bir alan sıkıştık demektir. Kabaca 12 milyon dolayında ücretiyle geçinen insan var; kamu personeli de dahil örgütlenenler 2 milyonu bulmuyor. Eğer örgütlülük ile siyasal bilinç arasında bir paralellik olsa, bu da az değil diyebilirsiniz. Ama öyle de değil. Sendikalar iktidarla iyi geçinmek durumunda ve güya “partiler-üstü” kalmayı tercih ederler, örgütlü emek, ücret sendikacılığını alışmış, örgütlü-örgütsüz emek dayanışmasını unutmuştur.
Bunları yok sayan ve hala “emek-sınıf” diyen bir söylem emeğin hoşuma gider, ama solu güçlendirir mi? Buna karşın post-modern topluma uygun söylem veya Dünya Sosyal Forum’undaki gibi bir çoğulcu yaklaşım da solun güçlenmesi adına ne işe yarar; belli değil. Öyleyse?
Öyleyse, tartışılacak daha çok şey var demek; üstelik solun önündeki engeller yalnız bu toplumdan, buradaki koşullardan da kaynaklanmıyor. Küreselleşen kapitalizm var ki,  bu hegemonya başlı başına bir konu.
Yine de gözümüz korkmasın. Geçmişte yaşanan büyük dönüşüm gibi, bugün de altta güçlenen bir akım var ve büyümekte.
Haftaya…