Konu başladı, devam edeceğim. Ama ne yazmaya kalksam, beğenmiyorum. Bu nedenle yazıya fiyakalı bir “2” başlığı atamıyorum; “buçuk” luk

Konu başladı, devam edeceğim. Ama ne yazmaya kalksam, beğenmiyorum. Bu nedenle yazıya fiyakalı bir “2” başlığı atamıyorum; “buçuk” luk bir yazı çıkarabilirsem, ne âlâ.
Ne demiştik. Sol olmak da, sol olarak güçlenmek de kolay değil. Yanıtlanması gereken o kadar çok soru var ki… Ve bu soruları hakkıyla tartışmaya ne benim kapasitem, ne de bu gazete yazılarının niteliği yeter. Sol gibi muhataralı bir konuda ona buna çarpmadan kalem oynatmak da kolay değil.
Ne yapmalı?
Üstelik şimdi ne yazmaya kalksam, kalemim TEKEL işçilerinin direnişine kayıyor. Bir anlamda mihenk taşı oldular.
Acaba, bundan sonra TEKEL direnişi öncesi ve sonrası gibi tarihi bir olay karşısında mıyız?
Keşke…
Evet, TEKEL işçilerinin iki aya yaklaşan direnişinin, bu ülkede unutulmuş kararlı ve cesur tavırlarının önce şaşkınlık, sonra hayranlık yarattığı açık. Bunun sol adına heyecan ve umut verici olduğu da ortada. Emeği ve sorunlarını unutmuş görünen medya bile emekten ve işçiden yana; direnişi alkışlamaya durmuş vaziyette. Ne güzel.
Güzel de, bazı kaygılar yakamı bırakmıyor:
Örneğin, işçinin hak aramasının “açlık grevine” uzanacak hale gelmesi acı verici değil mi? Zaten kış-kıyamette sokakta olmak yeterince kötüyken , bir de insanın son çare olarak bedenini ortaya atması, onlar için çaresizliğin ortaya konması, bizim için insana yönelik şiddet olmuyor mu?
Bu nedenle başka yollar olmalı, bulunmalı diye haykırmak gerekmiyor mu?
Öte yandan sendikalar, bugün bile eylemlerinin “ideolojik” olmadığını söylüyorlar. Korkulan hangi ideolojiyse? Şaşıyorum.
Bazılarının söylediği gibi, kendilerini yalnızca sivil toplumun bir üyesi, bir baskı gurubu olarak görmeye de alıştıklarından, aslında, TEKEL işçileri de baskı grubu olarak eylem yapmakta. Öyle mi?
Bu nedenle eylemin ne korkulacak bir yanı var, ne de ideolojik bir anlamı. Eğer öyleyse kimin sevineceği, kimin takkeyi önüne koyup düşüneceği de ortada demektir.
Örneğin sendikalara sorsam: Sosyo-kültürel eşitsizlikleri Cumhuriyet ideolojisine bağlarken, sosyo-ekonomik adaletsizlikleri neye bağlayacağız? Bir türlü “pastayı” mı büyütemedik; yoksa sosyo-ekonomik eşitsizlikler karşısında da işlemeyen bir siyaset ve demokrasimiz mi var? Hani partiler-üstü kalsalar da, demokrasinin işlemeyişiyle ilgilenirler diyorum.
Ya bundan sonrası ne olacak?  4 Şubat’ta uygulanmak üzere genel grev kararı alındı. Bakalım…
Aslında grev kararı üretimden gelen gücü kullanmak, yani zaten sınıfsal bir konum almak demektir. Bu nedenle emek ve aralarındaki dayanışma  açısından genel grev uygulamasına katılım, gelecek açısından ciddi bir işaret niteliğinde.
Eğer, büyüyen ve zenginleşerek geleceğin büyük ekonomileri arasına girdiği ilan edilen bu ülkede “emeğe düşen pay refahın artması mı, korkuların büyümesi mi oldu” diye sorarsak, vereceğimiz yanıt genel grevin zamanının çoktan geldiğini de göstermekte.
Hele, Çin, Hindistan, Mısır diyerek emeğin üzerinde dolaşan “demoklesin kılıcı” daha da keskinleşmiş, korkular büyümüşse.
Hele, buna sendikasızlaştırmaya, bunca kayıtsız istihdama, bunca düşük asgari ücrete karşın hâlâ istihdamın pahalılığından söz edilen bir ülkedeysek.
Buna karşın bakın ne deniyor? 182 ülkede “iş yapma” koşullarını-aslında sağlanan kolaylıklar demek istiyorlar- inceleyen bir rapora göre, Türkiye işçi istihdam etmek açısından 145. sırada yer almış.
“Aman ha, ayağınızı denk alın!” Daha ne kadar alınacaksa..
Öte yandan, bugüne kadar tüm partilerin toplumu kucaklama, işçi dostu olma* ve “yetimin hakkını” koruma iddialarına, örgütlü emek de, sendikalar da sırtlarını dayamadı mı diye sorsak? Cevap belli.
Örneğin TEKEL işçilerini karda-kışta iki aya yaklaşan bir eylem yapmaya, hatta açlık grevine girmeye iten de, çözecek olan da devlet. Öyle mi?
Hadi, ekonominin siyaset üzerindeki belirleyiciliğini atladık diyelim, peki bu ülkede devlet politikalarına şekil verenler arasında kapitalist sistemi kaçıncı sıraya koyarsınız?
Biliyorum, bunları söylerken “kötü” kişi oluyorum. Varsın olsun. Söz ettiğimiz emeğin ve buna dayalı olarak solun güçlenmesi ise, heyecanların ötesinde gerçekleri konuşacak kadar  “büyümüş olmak” durumundayız.
Aslında buradan ötelere gitmek ve hem kapitalizmin artan hegemonyasını hem de bu hegemonya karşısında daha geniş bir ufku ve dayanışmayı ihtiyacını konuşmak istiyorum.
Ama buralara gelemiyorum. Belki…
(*) Başbakan kendisini, TEKEL işçilerinin iktidar yapmadığını söylüyor; anlaşılan pek müdanası yok. Buna karşın, belediye başkanlığı döneminde verdiği haklardan da söz etmeden geçemiyor. Varın siz anlayın.