Bu ülkede medyanın “flaş haber” dedikleri şeyin sıkıntısını çektiği söylenemez

Sosyal devletin adı var, kendi yok.

   Sosyal yardım devleti desen

               Aramak gerek, biraz zor.

Sosyal hizmet var mı, yok mu belli değil!

                Bütçesi fukara,

                              Çalışanı taşerona,

Hizmet alan da bunlara emanet edilmiş!

  Hangi sosyal devlet demiştiniz?

 
 
***
 
Sosyal devlet yok da Sosyal Hizmet var mı?: “Sosyal Hizmetleri Yeniden Düşünmek” başlıklı Konferans ve düşündürdükleri

Bu ülkede medyanın “flaş haber” dedikleri şeyin sıkıntısını çektiği söylenemez, her gün, her hafta daha birini tüketmeden ele alınması gereken başka “mühim” konular zuhur etmekte. Daha dün, basılmayan bir kitabın yasaklanması, bu konuyla da ilgili özel yetkili savcının görevden alınması, TÜSİAD’ın hazırlattığı anayasa taslağında değiştirilemez maddelerle ilgili düzenlemeler tepki çekince bizim görüşümüz değil diye çark etmesi, başkanlık sistemi gibi AKP’nin gönlünde yatan “aslanı”, Kürtlerin taleplerinin dikkate alınması için başlattıkları sivil itaatsizlik gibi her biri önemli olan konuları konuşuyorduk; bu hafta ise, “şifreli” YGS sınavı ile uğraşıp duruyoruz.

Bunların her biri önemli kuşkusuz; ancak, bir de bunların gerisinde yatan bir zihniyet, sistem ve politika var ki, asıl bunları konuşmak gerekiyor. Sivri sineklerle uğraşmaktan bataklığı kurutmaya hali kalmayan “biçarelere” döndük dense yeridir.

Örneğin anayasada değiştirilemez maddeler olmasın diyen TÜSİAD taslağını eleştiren de, beğenen de oluyor; ancak, asıl üzerinde durmamız gerekenin bu ülkede yasa ile uygulama arasındaki büyük fark olduğu unutuluyor. Bir-iki hafta önce de anayasa değişikliği ile ilgili tartışmalar nedeniyle bu boşluktan söz ettim, tekrar etmeyeceğim; ama sorayım:  Örneğin Anayasa’nın devletin niteliklerini belirleyen 2. maddesi ne diyor? “Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirlenen temel ilkelere dayanan, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletidir.” Peki, bu “değiştirilemez-vazgeçilemez” niteliklere karşın, bugün Türkiye için insan haklarına saygılı, laik, demokratik, sosyal, hukuk devleti demek mümkün mü?

Örneğin sosyal devlet, kapitalist sistem içinde ortaya çıkan ve devletin, demokratik gelişmelere bağlı olarak toplumu oluşturan bireyler arasında aidiyet ve bütünleşme duygusu yaratması ihtiyacından doğan bir nitelik diye tanımlansa da, liberal yaklaşımın uygun bulduğu bu tanımlamanın eksik yanları var.  Oysa sosyal devleti, demokrasinin bir sonucu olarak varlık kazanan soysal yardım devletinden ayırmak ve sınıfsal çatışmanın, bu çatışmada emeğin siyasal güç ilişkilerinin bir tarafı haline gelmesinin ürünü olarak görmek daha doğru olur. 

Sosyal devlet derken nereye bakacağız? Sosyal devlet olmak için, devletin sosyal harcamalarının yüksek, bu nedenle vergi gelirinin büyük ve vergi sisteminin bunu sağlamaya yönelik olması gerektiği biliniyor; en başta da bunlara bakılıyor. Ancak tek başına bunlar yeterli değil. Bunun ötesinde, devletin, sosyal eşitlik ve sosyal adalet gibi temel hedefleri olması, yeniden-bölüşüm politikasının bu hedeflere ulaşmak amacını taşıması ve sosyo-ekonomik hakların temel hak ve özgürlükler olarak kurumsallaşması önem taşımakta.

Yani, sosyal devlet olup olmadığına karar verebilmek için, istihdam yapısı, çalışma koşulları,  gelir düzeyi, gelir dağılımındaki adalet veya adaletsizlik gibi sonuçları gösterge olarak almak gerekiyor. Yani, kapitalist piyasayı güçlendirmeye çalışan bir devlet değil, bu piyasanın getirdiği eşitsizlikleri azaltmaya çalışan, bunun için sosyal harcamaların önemli bir kısmını eğitim, sağlık, konut gibi temel hizmetlerin piyasa dışında karşılanmasını sağlamaya ayıran, çalışma hakkını ve belirli bir gelir düzeyini güvence altına alan bir devleti kurumsallaştırmak gerekiyor.

Bu konularda tartışmanın da, farklı düşünenlerin olduğu da biliniyor; yerim dar, bunlara giremeyeceğim. Sosyal devlet güzellemesi yapmak de değil niyetim; ancak bu ülkede kavramın ve olgunun doğru anlaşılmasına büyük ihtiyaç olduğunu düşünüyorum. Bu arada, sosyal refah devletinin yalnız Kuzey Avrupa ülkelerinde gerçekleştiğini, Kıta Avrupa’sı ülkelerinde bile bu modelden uzaklaşan uygulamalar olduğunu, İngiltere gibi ülkelerde ise liberal model diye, aslında “sosyal yardım” devletinin varlık kazanabildiğini bilmek ve unutmamakta da yarar var. Bunun dışındaki tanımlamaları da, ancak  “indirgemece-kandırmaca” tanımlamalar olarak görmek gerektiği söylenebilir. 

Türkiye’de ise, anayasada yer alsa da, hiçbir zaman sosyal refah devleti olmadığı biliniyor.  Bunun birçok nedeni var; ancak bu nedenler arasında, emeğin devleti bu yönde dönüştürecek bir toplumsal-siyasal güç haline gelememesinin en başta geldiğini söylemek de kaçınılmaz. Örneğin bugün siyasal seçimler yaklaşırken ne görüyoruz? İş dünyası, dini cemaatler, Kürtler, Aleviler, laikler, dindarlar gibi toplumsal kesimler ve beklentileri sayılıyor, emekten söz eden yok. Hatta, emeğin birkaç temsilcisi Meclis’e girince emek için değişen ne olacak diye soran bile yok! Öyle olunca da, 1961’den buyana anayasa ile sosyal devlet gibi büyük bir iddianın altına girmiş ve 1960-80 arasında en azından “sosyal vaatler devleti” olabilmiş bu devlet, bugün “sosyal yardım” devletinin en fukara modelini benimsemekte bir sakınca görmemekte.

Sosyal yardım devletinin fukaralığı veya zavallılığı, sosyal harcamalarından sosyal hizmetlere kadar nereye baksanız karşınıza çıkmakta. 70 milyondan fazla nüfus, yarısı geçim derdinde, 4-5 milyon işsizi var, en iyimser ölçümle yüzde %15’i yoksul; kentlere göç hızla devam etmekte, bir de yıllardır süren savaş hali ve bunun getirdiği yıkımları yaşamakta. Şimdi bu ülkede, sosyal devlet bir yana, sosyal yardım devleti olmak için bile ne kadar çok hizmet ve yardım gerektiğini söylemeye gerek yok sanırım Ve bunca ihtiyaç karşısında, 2010’da Türkiye’de sosyal güvenlik, sağlık, sosyal hizmetler ve sosyal koruma harcamalarının tümü GSMH içinde ancak % 13 pay alırken, bu harcamaların önemli bölümü sosyal güvenlik ve sağlığa gittiğinden, sosyal hizmet ve sosyal yardıma GSMH’dan ancak  % 0.78 gibi bir pay düşmekte. Ailelere, genç, yaşlı, çocuk, engelli gibi farklı kesimlere kurumsallaşmış hizmet götüren tek bir kurum var, o da SHÇEK; onun bütçesi de, 2011 için Diyanet İşleri Başkanlığı’na ayrılan bütçe kadar; 3 milyarın biraz üstünde.

En önemli hizmetinin çocuklara olduğu biliniyor. Örneğin 10 bin dolayında çocuğun kurumda kaldığını, 22 bin dolayında çocuk için de aileye sosyal hizmet desteği verildiği görülüyor; SHÇEK’in gelecekteki planı ise, 2014’e kadar çocuklarla ilgili kurumsal hizmetlerin önemli bölümünü ailelere devretmek yönünde. Oysa zaten aileler, sosyo-ekonomik koşullar nedeniyle perişan olduklarından çocuklar SHÇEK’e emanet edilmekte! Ailelerin durumunu düzeltecek hangi politika var?

Emanete pek iyi bakıldığı da söylenemez. Kurum az, personel daha da az; hizmet vermeye uygun olmayan kişilerin çalıştırıldığı da bilinmekte. Yani, sosyal hizmet alanlar ayrı, verenler ayrı perişan. Büyük ihtiyaçlar, düşük bütçeler nedeniyle, hizmetlerin taşeron yoluyla sağlanmasına gidildiği de görülüyor. Oysa, zaten mağdur ve yaralı insanlara yönelik hizmetlerin nasıl bir duyarlılık ve eğitim gerektirdiğini söylemeye gerek yok. Alanda yetişmiş, insana ve işine duyarlı kişiler çalıştırmak gerektirdiği bilinirken, kadrolu personeli azaltarak sözleşmeli ve geçici eleman çalıştırmak, bu da yetmezmiş gibi temizlik işlerine benzer biçimde sosyal hizmet uzmanı, sosyolog ve psikologları da taşeron yoluyla sağlamak hangi devlet anlayışına yaraşır dersiniz? Açıkçası, hiçbir anlayışta yerini bulmak kolay değil.

Ancak, bu ülkedeki uygulama böyle. Bu nedenle MSÜ Konferans Salonunda bugün başlayan ve “Sosyal Hizmetleri Yeniden Düşünmek” başlığını taşıyan uluslararası konferansın bu konuyu ve tartışmayı gündeme getirmesini çok önemsiyorum. Kuramıyla, pratiği ile hep konuşmamız gereken temel meseleleri birlikte düşüneceğiz. Bakalım…