Bir yazar için en tehlikeli olan hal samimiyeti kaybedip, zorunluluktan yazmaktır. Her ne kadar köşe yazıcılığını, yaratıcı yazarlıkla (roman, deneme, öykü v.b) bir tutmasam da, buralardan da üslupla insanlara seslenmenin önemini bilirim. Hele ki, artık sanal ortamda bilgilerin ya da bilgimsilerin ulu orta savrulduğu bir süreçte, okunur olmanın en önemli ölçütü yazınsal fark yaratmak, diye düşünürüm. Bazen ara vermek gerekir. Bilmem farkında mısınız ama, on gün kadar kayboldum. Aklım, fikrim, yüreğim başka yerdeydi. Samimiyetimi yitiririm endişesiyle kısa bir mola aldım.

Hap bilgiler, kısa okumalar çağında, anlamlı ve bütünlüklü bir fikir ortaya koymak hayli güç. Televizyon dili hızlı ve uçucu… İnternet, cep telefonu iletileri tembellik ve beceriksizlik üstüne kurulu… Bunların toplamına iletişim demek de gülünç bence. Facebook, tweeter gibi olanaklar, pek de fikir sunmak için uygun değil. Adı özgürlük denilen tüm bu mecralarda süren pespayelik umarım aşılır. İletişim ve ifade özgülüğünü sadece dile getirme kolaylığı olarak algılamak da sığ bir yaklaşım. Elbette yasak olmasın, dileyen, gönlünce her sözü söylesin, amma biz de ayıklamayı bilelim.

 

 

 

 

KORUNMA GEREKSİNİMİ       

 

 

 

 

 

 

Yaşadığımız çağdan, bulunduğumuz ülkeden, bize dayatılan her ne varsa tümünden sıkılma hakkına sahibiz. Olup bitenin tamamı siyasaldır, bunu da biliyoruz. Lakin elde olmadan, hatta pek çok zaman ve ihtirasla bu süreci, üreten oluyoruz(um). İkircikli bir durumdan söz ettiğimi biliyorum. Sürekli yinelemelerle dayatılan gündemi takip ediyorum elbet. Hatta birkaç gün uzak kaldığımda ‘ne çok şey kaçırdım’ duygusunu oluşturan haber, bilgi bombardımanının da ne anlama geldiğinin gayet iyi farkındayım. Oysa tatsız, tuzsuz, fikirden, güçlü tartışmalardan uzak bir süreci yaşıyoruz. Kaçırdığımız bir bilgi, buluş, fikir falan yok.

Tüm bu durumdan korunmak için roman yazıyorum diyemem. Ama fark ediyorum ki gerçekten yaratma eylemine geçince kişi, arınma kendiliğinden oluyor. Zamansız, güncellikten uzak, özgür düşünme başlıyor. Yaratmanın kendi koşullarında bir gezintiye çıkıyor kişi. Tüm gördüklerini, yaşadıklarını, itirazlarını, kendine sakladıklarını birer birer döküyor ortaya. Artık bilginin iktidarı bitiyor, sezgiyle yol almaya başlıyor yazar. Kaba itirazlar inceliyor, zamanın doğasına uygun demleniyor. İmgeler oluşuyor, göndermeler ve elbette belirgin bir haz üretiliyor. Hem yazarken, hem okurken… Ne iyi biri olmak gerek, ne namuslu, ne dost canlısı. Sadece doğru dürüst yazar olmak sorunu var karşımızda. Koruyucu olan da bu aslında!

 

 

 

 

BERBAT FİKİRLERLE BOĞUŞMAK

 

 

 

 

 

 

Demokratik gereklerden dolayı bir sürü ileri zekalının yaptığı tartışmaları izliyor, katılıyor, sıkılıyor ve nihayetinde bilgi, sentez yoksunu bu süreçlerin içinde debelenip duruyoruz(um). Ne kadar rol yaptığını bilmediğim siyasetçilerle, medya kahramanlarıyla, gazeteci, beyaz yakalı, hatta kanaat önderi adı altında ne idüğü belirsizlerle güler yüzlü ama alerjik rahatsızlıklar doğuran ilişkiler sürdürüyorum. Kavga etmenin yüksek tonundan hoşlanmadığımı söyleyemem. İtiraz etme hakkını bulduğunda kişi, yüksek perdeden söylemekten çekinmemeli. Pek çok zaman içe bakıp; ‘ben ne denli rol yapıyorum, ne kadar gerçeğim?’ sorusunu aklıma getiriyorum. Bol kişilikli, hatta kendini bunlar içinde kaybetme çağındayız.

Berbat fikirler içinde yorulup, boğulup, ömür tüketirken, bir yandan da ‘ben kimim?’ türü soruların çaresizliğiyle savrulur kişi. İlk bakışta sıradan gelen bu soru, onca maskeli kişi arasında, duruma göre yeni maskeler edinme becerisinden kaynaklı kaybolur gider. Ortaya çıkan ‘ben’lerden birine itibar etmek gerekir mi, emin değilim. İşte edebiyat/roman burada devreye giriyor. İyi fikirler bulmak, bunlardan büyük, verimli sonuçlar elde etmek gibi sapkın bir yol yerine, kendince bir ‘sahicilik’, ‘sahihlik’ arayışı bu. Yapıtlarla, yazarlar arasında birebir ilişki kurmamakta yarar var. Lakin edebiyat dünyası denen çevrede olunca bu da imkansız.

 

 

 

 

NE YAPMALI?

 

 

 

 

 

 

Zizek Türkiye’deydi. Birkaç söyleşisini okudum. Bedeniyle, sözüyle bir hayli gürültücü… Bundan hoşlanıyor sanırım. Haklı buluyorum. Felsefenin olanaklarını kullanıp, bir dolu fikirle dans eder gibi oynaşırken, kişinin doğal görünmesi ve bildik davranması mümkün değil. İyi ki değil. Kurguymuş gibi geldi kimi zaman davranışları, bir oyun. Sonra bunda ne sakınca var diye düşündüm. Karmakarışık bir çağı, bir sürü çağı farklı önermelerle açmağa ve baş aşağı ederek yorumlamaya çabalayan koca bir adam işte. Bir filozofun ne denli gerçek olduğunun net örneği.

Bireysel ve insanlık üstüne bunca dünürken, onlardan kaçmak, sakınmak garip geliyor ama Zizek örneğinde olduğu gibi, belki de insanoğluna dair iyi fikirler üretmek, başarılı ürünle vermek için onlardan uzak durmakta yarar var.

Ne yapmalı?

İyi fikirlerle dolu kitaplar okumalı. Roman yazmalı.