Mahalle kahvesinde ekonomi konuşmanın tadı başkadır. Biz giyimde modern, kafada okuduklarının çerçevesinden çıkmakta zorlanan az biraz “muhafazakar” okumuşlar genellikle küçümser, “çarıklı erkan-ı harp” diye dalga geçeriz de ekonominin karmaşık dünyasını bir çırpıda çözüverir onlar. Gene öyle oldu. Ekonomi hepten karıştı, krizdir, bunalımdır aldı başını gitti, bak faizlerle döviz arasındaki ilişki bildiğiniz gibi değil diye bir […]

Tarımda ‘salto mortale’*

Mahalle kahvesinde ekonomi konuşmanın tadı başkadır. Biz giyimde modern, kafada okuduklarının çerçevesinden çıkmakta zorlanan az biraz “muhafazakar” okumuşlar genellikle küçümser, “çarıklı erkan-ı harp” diye dalga geçeriz de ekonominin karmaşık dünyasını bir çırpıda çözüverir onlar. Gene öyle oldu. Ekonomi hepten karıştı, krizdir, bunalımdır aldı başını gitti, bak faizlerle döviz arasındaki ilişki bildiğiniz gibi değil diye bir laf attım ortaya. Önce bir suskunluk oldu sonra, çayından kallavi bir yudum alan Hüsamettin Reis, balıkçıdır kendisi, “söyle bakalım…” dedi…

İlk soru bildiğim yerden çıktı: “Kıtlık nedir Güray bey oğlum?” İşte iklim ters gider, mahsul olmaz, pamuk tarlada kalır, sen bilirsin balık çıkmaz denizden. “Esasa gel oğlum diye devam etti Hüsamettin Reis, kıtlık, senin benim gibi mahallelinin eve erzak götürememesidir. Kazançlarımızın farklı olmasıdır mesele; senin kasana 100 girerken ben 1 kazanıyorsam güç bela, kıtlığın tarifi de değişmiştir.” “Sahi dedi Reis sonra, hani ne diyordu senin çokbilmiş bir arkadaşın vardı, Hicabi miydi neydi adı, küreselleşme diye bir şey tutturmuştu ya, işte o sebepten yani, ticaretin sınırı olmadığı için dünyanın malı bizimdir. Parayı bastırır o kıt olan malı getirtiriz evvel Allah, öyle mi?”

Sert tırnaklarıyla masada bir at yarışı tutturdu Mümtaz amca, “dışarıdan mal alabilmek için parayı bastıracaksın, tabi varsa.” Artık öyle değil o işler Mümtaz amca diye çıkıntılık yaptım, dünyanın bankaları bize borç vermek için kuyruktadır. Güldü Dursun Bey; “pek öyle kuyrukta bekleyen banka göremedim evladım, sen yeni bir şey mi duydun, İMeFe ile mi anlaşmış hükümet?” Yok dedim tam tersi, ‘Ay Em Ef yok, asla olmayacak’ diyorlar. “Lafı uzatmayalım… ” dedi Hüsamettin Reis.

Varlık fonu da nedir?

“…Lafı uzatmayalım, Katar matar, İran’ın ya da Venezuela’nın altını, ziyneti falan filan, para bulunur. Geçenlerde konuşuyorlardı, ben de kulak misafiri oldum, Varlık Fonu diye memleketin varını yoğunu tek kalemde toplamışlar, işte bu fonu ipotek edecek, kefil gösterecek istediğimiz kadar para bulabilecekmişiz. Aklım yattı. Eskiden de böyle olurdu bu işler, deve yükü faizle borç bulursun. Sonunda da eskiden buralarda yetiştirdiğin buğdayı, patatesi, domatesi hatta soğanı dışarıdan alırsın. Alırsın da sen alamazsın evladım. İşte buna kıtlık ya da enflasyon, yani ‘her şey var ama alamıyorum’ ekonomisi denilir.”

Güldüm, yok Hüsamettin amca bu değil ki kıtlık? “Neden, kıtlık bir malın az bulunması ya da hiç bulunmaması değil mi?” Evet ama mal var da sen alamıyorsan ona kıtlık diyemeyiz. “Malın bolluğundan, azlığından, yokluğundan bana ne evladım. Ben iki kilo domates alamıyorsam, yoktur benim için o domates. Onu alabilmek için tanzim satışta kuyruktaysam, işte benim kıtlığım budur.” Sustum.

Önemli olan başlamaktır.

Mümtaz amca Hüsamettin Reis’e “kalk dedi, çilingir sofrası zamanıdır”, sonra bana döndü. “Kime oy atacaksın, Hicabi’nin babasının partisine mi? Bizim de partimiz yok ki” diye bıyık altından güldü. Neden yok, işte bir sürü parti var sizin gönlünüze göre diye ben de kendimce hava attım; “İktidara aday mı bu partiler?” Sustum ben artık. Mümtaz amca, “bak, dedi, önemli olan başlamaktır, işte ben Beyoğlu’ndan başlıyorum, senin arkadaşın Alper’e, sosyalist Alper Taş’a vereceğim oyumu, Hüsamettin de Erdem’e verecek Adada, kavilleştik biz” dedi. Dursun amca “ben Tunceli’ye gidiyorum, bilemiyorum ne yapacağımı işin doğrusu” dedi. “Başla sen de bir yerden.”

Şimdiki sorunumuz şöyledir: Bu gün yaşadığımız ağır koşullara nasıl geldik biz? Öfkemizin, kızgınlığımızın bugünün iktidarına yönelmesi doğaldır. Çünkü önlerine serilen yeşil halıdan birbirini izleyen aymazlıklara şükranlarını bildirerek yürüdüler; Cumhuriyeti, kapatılma zaman gelmiş bir paranteze benzetmeyi başardılar. Bugün iktidar onlarda, yine de buraya nasıl geldik sorununun güncel bir anlamı var.

Kriz ekonomik, siyaset sahnesini etkileyip etkilemeyeceğini bilmiyoruz. Böyle bir değişikliği gerçekleştirebilecek, en azından yolunu açabilecek bir özne olmayı da başaramadık. O nedenle Mümtaz amcanın “önemli olan başlamaktır” sözünün anlamı büyük.

Nasıl geldik buraya biz?

Kahvede konuşulan konu, yani kıtlık meselesi, daha çok iktidarın da yüksek enflasyon nedeniyle şikâyet ettiği ve “şu gıda fiyatları olmasaydı, enflasyon bu kadar yüksek olmayacaktı” demagojisinin de gösterdiği gibi tarımın tasfiyesi konusudur.

Nasıl oldu bu iş. Nasıl oldu da Türkiye gibi bir tarım ülkesi bereketli topraklarını bu kadar çabuk terk etti. Nasıl oldu da rejime köklü bir itirazları olmayan iktidarlar bu kadar kolay teslim oldular. Teslim mi oldular? Evet acı, ama teslim oldular? Demirel 24 Ocak’la teslim oldu. Ecevit, “tarihsel uzlaşma” hevesiyle teslim oldu. Sonunda “tartışma” döndü dolaştı oraya geldi.

Artık özetleyeyim Mümtaz amcanın söylediklerini: “Bizim tarlanın tapanın, buğdayın, patatesin, pancarın, afyonun kaderi, Demirel’den başlayın, bir ara afyon meselesinde kafa tutmuş olsa da Ecevit’i ayırmayın sonucunu bile bile IMF’nin ve hani bir de bankaları vardı…” Dünya Bankası mı? “Evet işte onun emirlerine boyun eğmeleriyle çizildi”

“Epeyce eskidir, diye devam etti Hüsamettin reis, 1994’te bize bir mektup verdilerdi, sen bilirsin neydi o?” Niyet mektubu mu? “Hah işte o. O mektubun içinde ne yazıyordu? Sen mi söylersin ben mi sayayım. Sayıyorum: Bir, destekleme alımları bırakılacak. İki, Tekel, şeker fabrikaları, Et Balık Kurumu gibi teşkilatlar tasfiye edilecek. Üç, Tarım Kredi, Tarım Satış kooperatifleri yavaş yavaş çiftçiden uzaklaşacak ve en önemlisi oğlum, destekleme kapıları kapatılırken, neydi adı onun? Doğrudan Gelir Desteği amca. Hah işte o devreye girdi. Neden? Çiftçiyi saydığımız dümenlere boyun eğdirebilmek için. Ondan sonrası kolay oldu zaten. Şunu ekeceksin, bunu ekmeyeceksin, oldu bitti işte.”

Haklı mıyım? haklısın.

Haklıydı Reis. Ondan sonraki çorap söküğü gibi geldi. Yeşil halı üzerinde güle oynaya iktidar olanlar hem Derviş efendiye şükranlarını sunup bir milim bile değiştirmeden sürdürdüler boyun eğme politikasını, hem de parantez meselelerine hızlı bir dalış yaptılar. Özelleştirmeler birbirini izledi, tarımda destek alımları sıfırlandı, kooperatifler hemen hemen tasfiye edildi. Hayvancılık sekeratta. Sonunda bırak tarımda kendine yetmeyi, her şeyi dışarıdan alır hale geldik. Soğana, patatese geldi sıra. Bu arada geciken işleri de şimdiki parantezci iktidar tamamladı, hızlandırdı; siyasi yapı değiştiği için itirazlar da duvara çarpıyor. Tarlalar boşaldı, köylüler kente iş olduğu için değil, köyde iş kalmadığı icin göçüyorlar artık

Bu arada “bak, demişti Mümtaz amca, buradakilerin hepsi işsiz, zamanları bol, ama ne yapıyorlar, işte bak okey oynuyorlar, ama başka bir şey bilmezler ki zaten, bildikleri tarlaydı, fabrikaydı, onu da kaybettiler. Bir de emeklileri, ikinci bir iş olmadan yaşayamayanları düşün.”

Ben bunları bir yerde okudum ama Andre Gorz muydu, Hannah Arendt miydi?**

Bizim sohbet kahveden Nazmi’nin Meyhanesi’ne uzadı. Sessizce ama kafasını sallayarak izleyen Dursun amca da bir kadeh rakıya hayır demedi. Bir ara ben rakıyı hızla yuvarlayıp mezelere saldırınca, Mümtaz Amca güldü, elimi tuttu.

“Yavaş be oğlum dedi, kıtlıktan mı çıktın!”

*Salto mortale: ölümcül takla

**Andre Gorz. İktisadi Aklın Eleştirisi. Ayrıntı Yayınları. sf. 22