Sevgi Soysal’dan, Erdal Öz’e, Muzaffer Buyrukçu’dan, Tahsin Saraç ve yayıncı Salim Şengil’e onlarca şair ve yazar… Bu değerleri (ve adını anamadığım pek çok sanatçıyı) Ankara unutmamalı. Caddelerde, sokaklarda yaşamalı adları. Bilmem, değerli başkan Mansur Yavaş ne der bu önerime?

Kentlerin yaşamımızda oynadığı rol unutulabilir mi? Özellikle, çocukluk ve gençlik yıllarını geçirdiğimiz kentler… Zonguldak’tan Ankara’ya dört yaşında gelmişim, annemin milletvekili seçilmesiyle… İki fotoğraf, babamla Ulus’taki Atatürk anıtının önünde verdiğimiz poz ve annemi TBMM binasının önünde gösteren fotoğraf, benim Ankara’ya ilişkin ilk anılarımın belgeleri… ODTÜ Mimarlık yıllarımı ve mezuniyet sonrası AST’da ve Çağdaş Sahne’de yaptığım sahne tasarımlarımı yansıtan fotoğrafları içeren albümleri 12 Eylül günlerinde Sinematek’e baskın yapan güvenlik güçleri alıp götürmüş. Bu yüzden Ankara’ya ilişkin anılarım içinde en canlı olanlar, belleğimde sakladıklarım; beni etkileyen yazarlarla kurduğum dostluklar… Sevgi Soysal’dan, Erdal Öz’e, Muzaffer Buyrukçu’dan, ölüm tarihleri 29 Haziran olan şair Tahsin Saraç ve yazar-yayıncı Salim Şengil’e (Salim amca), onlarca şair ve yazar… Anıları önünde saygıyla eğiliyorum. Bu değerleri (ve adını anamadığım pek çok sanatçıyı) Ankara unutmamalı. Caddelerde, sokaklarda yaşamalı adları. Bilmem, değerli başkan Mansur Yavaş ne der bu önerime?

taslar-taniktir-749688-1.
Erdal Öz

Ankara düşlerimde yazarlarıyla yaşıyor

O yıllarda, Yeni Ortam, Politika, Yankı gibi yayın organlarında yazıyorum, bir de ressam Fahir Aksoy’la birlikte çıkarttığımız ‘Yeni İnsan’da. Akşamları ’Sanatseverler’de ve ’Tavukçu’da, gündüzleri ‘Piknik’de ya da Çağdaş Sahne’de adını andığım sanatçıların doyumsuz sohbetlerine katılıyorum genç bir gazeteci olarak… Ankara, o zamanlar sanatın başkenti. Tiyatroların önünde uzun kuyruklar oluşuyor, Büyük Sinema’da ‘İki Film Birden’ gösteriliyor. 27 Mayıs 1960 ihtilalini, 22 Şubat ve 21 Mayıs darbe girişimlerini, 71 ve 80 faşist darbelerini Ankara’da yaşadım. 12 Eylül sonrası İstanbul’a gidene dek… Kısacası, Ankara benim düşlerimde, yazarlarıyla, sanatçılarıyla, bir de darbelerle yaşıyor…

taslar-taniktir-749687-1.

Bu satırları yazmama geçen akşam izlediğim bir film neden oldu. İstanbul Uluslararası Film Festivali’nin sanal ortamda gösterdiği Şilili yönetmen Patricio Guzman’ın “Rüyaların Dağları”, son zamanlarda izlediğim en etkileyici belgesellerden biri. Ve kanımca İKSV seçkisinin en başarılı yapımı… Faşist Pinochet darbesinin ardından ülkesini terk eden Guzman’ın, doğup büyüdüğü topraklara bir saygı sunuşu niteliğindeki film, Santiago kentinin kıyısında yükselen heybetli sıradağlardan çarpıcı görüntülerle başlıyor. “Cordillera devrimci değildi” diyor Guzman, “ama Şili’yi anlamanın yolu oradan geçiyor”. Şili yüzölçümünün yüzde 80’ini oluşturan And dağlarının bir parçası olan Cordillera’yı (sıradağlar) düşlerinin malzemesi yapıyor yönetmen. Bu dağın eteğinde kurulan Santiago kentinde çocukluk günlerini geçirdiği evin yıkıntılarından kent merkezinde yükselen gökdelenlere uzanıyor kamera.

Pablo, kalanlardan biri ben kaçanlardan

Şili’nin yaşadığı değişimi, dağların tanık olduğu dehşeti yorumlamayı Santiago’lu sanatçılara bırakıyor Guzman. Dağlara bakarak büyüyen bir heykeltıraş, bir yazar ve bir sinemacı… Elindeki basit kamerayla Cunta’nın zulmünü belgeleyen Pablo, bu çabasından hiç vazgeçmemiş. Onunla, binlerce kasetten oluşan arşivinde konuşuyor yönetmen. Stadyumda toplanan, kurşuna dizilen binlerin akıbetini, Pinochet diktasına direnenlerin çabalarını Pablo’nun çektiği görüntüler ölümsüzlüğe kavuşturuyor. “Pablo, kalanlardan biri, ben kaçanlardan” diyor yönetmen, günah çıkartırcasına. Ama, haksızlık etmeyelim; ülkesi dışında çektiği filmlerle Şili’nin talihsiz serüvenini dünyaya anlatanların en başında gelir Guzman (“Şili Savaşı”, “Şili, İnatçı Bellek”, “Pinochet Olayı”, “Salvador Allende”, “Şili, Sorunlar Galaksisi”). Belgeselin en önemli kahramanı Pablo, darbecilerin “Naziler gibi solcuları yok edilmesi gereken unsurlar olarak” gördüğünü anlatıyor. 20 yıllık Pinochet diktası sonrası başa geçen siyasilerin ve medyanın suç ortakları olduğunu, ülkenin tüm zenginliklerinin yabancılara satıldığını, adaletsizliğin, sınıf farklarının şimdi daha fazla olduğunu söylüyor. “Allende’yi bir çukurdan çıkarıp bir başka çukura koydular” diyor. Ve ekliyor: “Dağlar bize tanıklık etti. Saklanmaya çalışılan şeyleri gördü. Cordillera’nın taşları konuşabilseydi, üzerlerinden akan kanı anlatabilirdi”… Taşlar unutmaz, bir de sanatçılar. Halkların belleğini oluşturan genç sinemacılara selam olsun…

taslar-taniktir-749689-1.
Muzaffer Buyrukçu