Silivri’deki duruşma salonuna sessizce girdim. Doğrusu hangi sanık ifade veriyor, kimler oradaydı meraktaydım. Biraz da suçluluk duygum baskındı...

Silivri’deki duruşma salonuna sessizce girdim. Doğrusu hangi sanık ifade veriyor, kimler oradaydı meraktaydım. Biraz da suçluluk duygum baskındı. Kaç kez niyetlenmiş bir türlü gidememiştim davanın görüldüğü kampüse. Toplumsal meseleleri uzaktan irdelemek ile yaşandığı yerdeki gerçekliği kavramak birbirinden hayli farklıdır, bunu biliyorum elbet.
İlginç olan, çevredeki tenhalıktı. Yüzyılın davası diye nitelenen bir olgunun, bu kadar kısa zamanda toplumun ilgisinden kaçması çok tuhaf! Belleğimizin zayıflığına mı bağlamalı bunu, yoksa çağın temel göstergesi gamsızlığa mı? Sanmayın ki salt davayı haksız bulanlar ilgi göstermeli diyorum, tersine buradan çıkacak sonucu önemseyen, burayı bir temel temizlenme süreci olarak görenler de bıkmış sanki. Düşünsenize; ülkenin en temel meselesi olduğunu savlıyorsunuz, buradaki insanlar büyük bir örgütün üyeleri ve bu kişiler düzeni toptan değiştirecek, seçilmiş meşru hükümeti ortadan kaldıracak ve darbe yapacaklar.  Ama gel gör ki, peşini bırakıyorsun…
Son derece kibardı girişteki güvenlik görevlileri. Belli ki onlarda sürgün yerinde gibi hissediyorlar kendilerini. Gelen giden iyice azalmış, iki insan görüp, bir çift laf etmek olanağı da ortadan kalkmış gibi. Kolay giriliyor içeri. Uygar bir izlenim uyandıran bir mahkeme salonu burası! Basın için özel bir yer, izleyiciler için ayrı bir yer, avukat bölümü, tutuklu ve tutuksuz sanıklar için ayrı ayrı bölümler, gerekli teçhizat hazır, mikrofon, ekranlar falan… Basın bölümünde bir kişi vardı, izleyici bölümünde de iki kişi! Geç bir saatte gittiğimiz doğru, ancak yine de bu derin sessizlik ve ilgisizlik, suçlu oldukları iddia edilen kişilerin derin bir terk edilmiş duygusu yaşamaları için yeterli.
İbrahim Şahin ifade veriyordu. Anlattıkları neydi, davanın hangi aşamasından söz ediliyordu, anlamadım. Ortadan girince zor elbette! Ancak gördüğüm, hem hakimlerin hem de salonda bulunan Tuncay Özkan, Mustafa Balbal, Yalçın Küçük, Teğmen Mehmet Çelebi’nin umutsuz ve amaçsız izledikleriydi oturumu. Hiçbir umut ve heyecan yoktu. O güne ait bir saptama diye geçiriyordum ki içimden, dava bitti ve Özkan ve Balbay’la uzaktan konuşma olanağı buldum. Tam da tahmin ettiğimi söylediler; “Burada unutulduk, ne gelen var ne giden, ne basına sesimizi duyurabiliyoruz ne ülkeye, ne dünyaya.” Henüz hükümlü olmadıklarını ve tutuklu yargılandıklarını tekrar not edelim.
Bu ülke korkunç tecrit uygulamalarını iyi bilir. Hayata dönüş adına yapılan katliamları, yalnız bırakılıp akli dengeleri bilerek bozdurulan mahkûmları da iyi bilir, tanır. Özkan; “Tepemden sıvalar dökülüyor. Kaç kez bildirdim, kimse önlem almadı,” diyor. Tek başına, insansız ve bir de ağır koşullarda. İçim acıdı. Yeniden düşünmek gerek. İnsan olmak ne?
Söz ettiğim isimleri sevmeyebiliriz. Hatta suçlu olduklarına inanabiliriz de! Dahası geçmiş gazetecilik dönemlerinde bu tür mahkûm sorunlarına duyarsız davrandıklarını, devletten, hükümetten yana tavır aldıklarını da düşünebiliriz. Ama kısasa kıssas, intikamcılık insan olana yakışır mı? Burada bir dram var. Kin tutarak, duyarsız kalarak ya da tutuklular arasında ayrım yaparak, bu hukuksuzluğu gözden kaçırıyoruz. Böyle bir uygulamaya net ve açık tavır koyamazsak, o zaman savunduğumuz tüm değerlere ihanet etmiş oluruz.
Doğrusu ben derin devlet tipi örgütlenmelerin her zaman olduğunu savunanlardanım. Ancak Silivri’deki davanın seyri bana bu yönde bir umut ve güven hiçbir zaman vermedi. Orada yıllardır tutuklu bulunan Teğmen Mehmet’in suçu ne? Telefonuna sehven yüklenen numaralarda mı serbest olmasına yeten kanıt sayılamaz? Ya da Özkan ve Balbay ne yaptılar ki üç yıldır, iki yıldır oradalar? Suçlu olsalar ne kadar yatacaklar? Tutukluluk uygulamaları zalimlik halini almış durumda. Mehmet Ağar’ın, Eymür’ün, Çiller’in, Demirel’in içinde olmadığı bir dava beni ikna etmez.
Biliyorsunuz uzun iddianameler, ayrı ayrı açılan davalar olunca sıra gelmesi de zorlaşıyor. Ucu bucağı olmayan bir süreçten söz ediyoruz. Nedim içerde, Ahmet Şık içerde, Perinçek orada, Soner Yalçın orada, daha sayamadığım onlarca isim. Bu insanlar hangi ideolojik eksende bir aradalar belli değil! Tutuklularla birlikte, aileler, dostlar, sevenler de yargılanıyor unutmayalım.
Ulucanlar Cezaevi bir belgesele konu oldu. Hazırlayan Yusuf Kenan Beysülen’i yayında konuk ettim. Söyledikleri önemli. O da yatmış Ulucanlar’da! “Silivri’de yatanları sevmem ama ben tutsaklığı ve o koşulları bilirim. Eğer direnmezsem, itiraz etmezsem, kendime ihanet etmiş olurum,” diyor.
Vicdanlarımızı tecritten kurtaralım.