Kendinden geçmiş tuhaf bir kalabalık bugün İstanbul’u fethedecek. Hani dört bir yanını betonla doldurdukları, nefes almak için bir metre yeşil bırakmadıkları İstanbul’u. Yine müsamere tadında gülünç gösteriler yapacaklar meydanlarda.

Beceriden uzak tasarlanmış kostümleri ve kulağı delip geçecek, incelikten uzak gürültüleriyle şehri esir alacaklar. Ecdatlarına övgü düzmek adına hamaset dolu haykırışlar içinde kendilerinden geçecekler.

Ecdatlarına bugünlerini düşünüp, şahane rant alanları yarattığı için dua edecekler. Ne kirlenmiş hava, su; ne yok edilmiş tarihi doku; ne çalınmış şehir umurlarında olmayacak aslında. Bir padişah dalkavuğunun yapması gerekeni içten bir heyecanla yerine getirecekler. Kendi kendilerine dünyaya gözdağı verecekler. Bu acıklı güldürüyü biz, aynı şehrin ahalisi ve dünya birlikte izleyeceğiz.

Bir sanat yapıtına bakmayı, ondan haz, esin almayı bilmeyen kimselerin bir şehri olmaz, olamaz. Var gibi dursa bile, yavaş yavaş silinir görüntü ve bir anda ortalık toz duman olur. Bir şehrin değeri belleğiyle ölçülür.

Aynı sokaklarda adım atmış olan, yüzlerce yıl önceki insanın izini sürmenin hazzıdır medeniyet denen.

En yüksek binayı yapmak ve o korkunç kuleden aşağı bakmak, yeni bir medeniyet yaratmak değil, tersine var olanı öldürmektir. Akla estiği gibi şehrin orasını burasını delmek, doğa kurallarına saygı göstermeden, kibirli ve şımarık bir edayla şehre hükmetmeye kalkmak, er ya da geç ters teper. Fetih için çıkılan yolculuk; Bizans’ı, Roma’yı ve Osmanlı’yı içine alan bir cinayettir aslında. Silinen her iz daha yalnız, daha kimsesiz kalmak demektir.

Bir şehrin değeri üzerinde hüzünlü, mutlu, coşkulu, sevdalı şairlerin varlığı, akşamları açılan tiyatrolarının çokluğu; rengârenk sokaklarında sevinçle koşan çocukların çığlığı; sevgililerin usulca birbirine değen dudakları; ciltler dolusu kitabın birbirleriyle dostça dertleştiği kütüphaneleriyle ölçülür. Gözlerinde korku olan, esir düşmüş insanların yaşadığı, çirkinliğin, bayağılığın ruh sağlığını bozduğu bir şehir kimse için anlamlı, değerli olamaz. Can çekişen bir İstanbul bugün fethedilirken, acaba dile gelse, üzerinde sırıtkan ifadeyle tepinen bu yığına ne derdi?

Bu yazıya başladığımda önüme geldi kendiliğinden… Milli Görüş önderi Erbakan, bin bir güçlükle kaynak bulunup, onarıma geçilen surları görünce feryat etmiş: “Ecdadımız İstanbul’u fethetti. Şimdi bu surları yamamaya ne gerek var? Boşa para, emek harcıyorsunuz!” demiş. Tarih bilinci bu!

Fatih, İstanbul’u almak için surların içinden kendine bir yol bulmuş, eğer yıkmak, yok etmek istese, herhalde bunu yapacak gücü vardı. Demek korumak istemiş, ele geçirdiği medeniyete sahip çıkmış. Şehrin düşeceğini anlayınca, yağmaya maruz kalmamak için kaçan Rumları geri çağırmış. Niye, ecdadınız aptal mı? Fatih biliyordu ki, eğer bir şehrin sahiplerini kovar, kültürünü yok ederse, oranın değeri kalmayacaktı. Koca bir imparatorluğa başkent olacak İstanbul korunmalıydı. Ya şimdi?

Ecdatlarına yalandan sahip çıkan bu muhafazakârlar, onun yarattığı eserler dahil, her şeyi satılığa çıkarmış vaziyetteler. Dünya güzeli camileri gölgeleyen gökdelenleri onlar yaptılar. Yetmedi; denizi doldurdular, üstünde tepinip dandikten fetih şöleni düzenliyorlar. Mimari dokuyu bozup, dere tepe demeden gökdelenden çirkin yapıları ardı ardına dikiyorlar. Tarih yoksunu şehirlerin görgüsüz yöneticilerine öykünüyorlar. Yeraltını da, üstünü de talan ediyorlar. Ne o ecdatlarına saygı duyup, kültürü muhafaza edeceklermiş! Beton fetişistlerinin saldırısı altındayız hepimiz!

Kaç zamandır gericiliğin, yobazlığın adı “muhafaza etmek” oldu. Doğan Kuban’ı anmak lazım. Esas muhafazakârların, üzerinde bulunduğumuz tüm medeniyetlere saygıyla eğilen ve sahip çıkanın “biz” olduğunu söylemişti ironiyle. “Yıkmanın, yok etmenin, yeni adı altında çirkinliği dayatmanın neresi muhafazakarlık?” diye sorduydu hoca.

Yazar dostum Orhan Gökdemir bunun üstüne “Onlar muhafazakâr değil, tuhafazakâr” diye yazdı, söyledi.

“Gezi Dirilişi” sadece üç beş ağacın korunması değildi elbet. Açgözlü, estetik yoksunu tuhafazakârların elinden bir şehri kurtarmanın adıydı. Yaşama saygı duymanın, doğayı sevmenin, paylaşmanın ve saldırgan kapitalizme geçit vermemenin adı! Sanatla, bilimle, felsefeyle insanlığı anlamaya uğraşan ve bencil olmayan kimselerin direnç günleriydi “Gezi”! O yüzdendir hâlâ içlerinden atamadılar bu yenilgiyi…

Fatih Sultan Mehmet bilime meraklı, sanatla haşır neşir bir padişahtı. Görgüsü, bilgisi belli ki çağını anlamaya yeter haldeydi. Bilge kişilere kulak verirdi. İnsan elde olmadan düşünüyor; acaba bugün yaşasaydı Fatih, tuhafazakârların gülünç/güdük etkinliklerine mi katılırdı, yoksa Gezi çocuklarıyla bu bayağılığa direnir miydi? Kimin ecdadı olmaya kendini layık görürdü?