5 yıl boyunca bütün yatırımımızı Suriye’de rejimi değiştirmeye, o da olmazsa bölmeye ve bir “mezhep devletçiği” yaratmaya yaptık. Bunun için ülke topraklarını “muhalif” adı altında cihatçılara kullandırdık, sınırlarımızı açtık, lojistik destek verdik, hastanelerimizde tedavi ettik, Rusya’nın uçağını düşürdük, İran’la defalarca karşı karşıya geldik.

Sonuç? Bir sabah, Moskova’da Rusya ve İran’la imzalanan bir deklarasyonla bu yatırımın çöpe gitmiş olduğunu sessiz sedasız kabullendik, Suriye’nin egemenliğini, toprak bütünlüğünü, seküler yapısını tanıdığımızı ilan ettik. Aynı şekilde, o tarihe kadar öyle ya da böyle işbirliği içerisinde olduğumuz silahlı grupları da terör listesine alıverdik, Halep’ten tahliyelerinin neticelenmesi için gereken adımları attık ve son cihatçı da nihayet Halep’ten çıktı.

Eğer yeni Türkiye’yi ve iktidarın kafasının nasıl çalıştığını bilmeseydik, bu gelişmeye bakıp “zararın neresinden dönülse kârdır, yanlıştan geç de olsa dönülmesi Türkiye için iyidir” diyebilirdik; ancak biliyoruz ve şunu görebiliyoruz ki, Moskova Deklarasyonu’na ve atılmış olan geri adıma rağmen, iktidarın dış politikadaki temel paradigması ve Suriye siyaseti tam olarak değişmiş değil.

Bunu nereden mi anlıyoruz? Bunu, birbiriyle tutarsız, çelişkili, nasıl hayata geçirileceği belli olmayan açıklamalardan, iç kamuoyunu tutmak için verilen hamasi mesajlardan ve elbette ki gencecik yaştaki insanlarımızın yaşamını yitirmeye devam etmelerinden anlıyoruz.

Daha bir ay olmadı, önce en yetkili ağızdan Fırat Kalkanı’nın gerekçesinin “zalim Esed’i devirmek” olduğu duyuruldu, 48 saat sonra ise bunun Rusya açısından ne anlama geldiği anlaşıldığı için yüz seksen derecelik bir dönüşle “harekâtın hedefi herhangi bir kişi değildir” açıklaması yapıldı.

Moskova Deklarasyonu sonrası ise yine en yetkili ağızdan “ÖSO terör örgütü değil, bir direniş örgütüdür” cümlesi duyuldu, oysa birkaç gün önce imzalanan anlaşmada Suriye’nin egemenliğinin tanındığı resmen ilan edilmişti ve bu, Suriye Ordusu dışında başka hiçbir silahlı gücün varlığını ve meşruluğunu tanımamak anlamına geliyordu.

Öyle ya, eğer ÖSO bir direniş örgütüyse, Suriye’ye karşı direniyor demekti, oysa biz Suriye’nin egemenliğini tanımış durumdaydık ve buna göre söz konusu direniş hiçbir şekilde meşru değildi. Bu açıklama Rusya tarafından şimdilik sessizlikle karşılandı ama deklarasyon sonrası ÖSO ile ilişkilerin de sorgulanacağı bir konjonktürün hızla yaklaşmakta olduğu görülebiliyor.

Devam edelim ve El Bab’da yaşananlara bakalım. “ÖSO’ya sınırlı sayıda asker desteği” ile başlayan Fırat Kalkanı’nda sıra El Bab’a geldiğinde, ÖSO’nun hiçbir işe yaramadığı ve askerin doğrudan göğüs göğüse savaşması gerektiği görüldü. IŞİD geçtiğimiz hafta düzenlediği saldırılarda TSK’ye büyük zayiat verdirdi ve bu yazı yazılırken iki yaralı asker daha hastanede yaşamını yitirmişti. Bunun dışında, yine geçtiğimiz hafta, IŞİD elindeki iki askeri yakarak öldürdüğü bir video yayınlandı. IŞİD’in “şiddet pornografisi”nden beslenen bir örgüt olduğunu bilenler açısından hiç de şaşırtıcı olmayan bu videonun yayınlanmasının üzerinden beş günden fazla bir süre geçti ama yetkililer hâlâ askerlerin akıbetine dair bir açıklama yapmadı, onun yerine internete sansür uygulandı, sosyal medya kısıtlandı.

Gerek çatışmalarda ölen asker sayısı gerek bu vahşet görüntüleri El Bab’ın Türkiye açısından nasıl bir felaket potansiyeli taşıdığını gösterirken, siyasiler Ankara’nın güvenliğinin El Bab’dan başladığı ya da El Bab’ın alınmamasının Diyarbakır’ın verilmesiyle neticeleneceği gibi açıklamalar yapıyorlardı. En yetkili ağız ise her zamanki gibiydi, El Bab’dan sonra sıranın Minbic’e geleceğini, ABD’yle anlaşılması halinde ise Rakka’ya operasyon düzenleneceğini büyük bir müjde verircesine açıklıyordu.

Rusya ve İran’la Suriye’nin egemenliğini tanıdığını açıklayıp İdlib’deki cihatçılara yardıma devam etmek, Suriye’nin toprak bütünlüğünden söz edip Suriye’ye rağmen El Bab’da operasyon yapmak, bir yandan Rusya ile yakınlaşırken öte yandan ABD’yle Rakka’ya operasyondan söz etmek, ABD’yle Rakka’ya operasyon yapmaktan söz ederken El Bab’dan sonra sıranın YPG-ABD kontrolündeki Minbic’e geleceğini söylemek… Tüm bu sıraladıklarıma bakarak “işte çok yönlü dış politika” diyenler olacaktır belki ama hayır, bunun adı “şark kurnazlığı”dır ve aynı anda herkesi idare etmeye, çıkarları bütünüyle çelişen güçlerle aynı anda müttefik olmaya yönelik bu siyasetin varabileceği hiçbir yer yoktur.

Evet doğrudur, Türkiye’nin güvenliği Suriye’de başlamaktadır ama şu an tam tersi yapılmaktadır. Çünkü, Türkiye’nin güvenliği, Suriye’de sonu bilinmez maceralardan değil, Suriye’nin egemenliğini tanımaktan, cihatçılarla olan bütün ilişkileri koparmaktan ve Kürt sorununda siyasi mekanizmaları devreye sokmaktan geçmektedir. Aksi, daha çok insanımızı kaybetmek, daha çok vahşet videosu izlemek anlamına gelecektir.