Anayasa nedir?” sorusunu en yalın haliyle yanıtlayacak olsak, beş kelimeyle şöyle diyebiliriz: “Devleti sınırlayan temel hukuk metni.”

Anayasaların ortaya çıktığı tarihsel bağlam ise kısaca şöyle özetlenebilir: 17. yüzyıldan itibaren güçlenmeye başlayan burjuva sınıfı, servetini, mülkünü korumak ve “girişim özgürlüğü”ne sahip çıkmak için kralın yetkilerinin sınırlandırılmasını talep etmeye başlamış, keskin mücadeleler neticesinde devlet karşısında bireyin ve özel mülkiyetin dokunulmazlığını garanti altına alan ve anayasa adını verdiğimiz metinler şekillenmiştir.

Dolayısıyla “parlamenter demokrasi” ya da Marksist jargondaki adlandırmasıyla “burjuva demokrasisi”, “sınırlı devlet” ve “yasalara dayalı yönetim” ilkeleri üzerine inşa edilmiştir.

“Anayasacılık hareketleri” adını verdiğimiz hareketlerin mantığı da aynı şekildedir: Bir hukuki belge aracılığıyla iktidarın keyfi yönetimini engellemek, gücü devlet içinde dağıtmak, kuvvetler ayrılığını tesis etmek, iktidarı hukuk kurallarıyla bağlamak, hukuka uymadığı takdirde onu kimi yaptırımlarla karşı karşıya bırakmak… Bunu yaparken ise o iktidarın yönetimi altında yaşayan topluluğun hem yurttaş hem insan olmaktan kaynaklanan hak ve özgürlüklerini garanti altına almak, ona hukuki bir güvence sağlamak.

Dolayısıyla anayasa teorisi açısından bakıldığında, eğer “anayasa” adı verilen bir metin, iktidarı sınırlamıyorsa, kuvvetler ayrılığını tesis etmiyorsa, gücü dağıtmak yerine yürütmede ve tek bir adamın/tek bir partinin elinde topluyorsa, orada ancak sözde bir anayasadan bahsedilebilir. O devlet ise bir “anayasal devlet” değil, sadece “anayasalı” bir devlet olabilir. Yani anayasa adlı bir metne sahip olmanız, sizi anayasal bir devlet yapmaz, sadece anayasası olan bir devlet yapar ki, ikisi arasındaki farkın ne olduğu söylediklerimizden anlaşılıyor olmalıdır.

Osmanlı’dan Türkiye’ye bizim anayasacılık serüvenimiz de, Batı’dan geç başlamış olsa da benzer bir yol izlemiştir. Jön Türklerin ve daha sonrasında İttihat-Terakki’nin temel hedefi padişahı sınırlandıran bir anayasa ilanı ve bir parlamento kurulmasıdır. Osmanlı muhalefetinin “Devlet nasıl kurtulur?” sorusuna verdiği yanıt bu olmuştur, Osmanlı aydınları Batı’daki gibi bir anayasaya ve parlamentoya sahip olmanın Osmanlı’yı yıkımdan kurtaracağına inanmış ve bir meşruti monarşi tesisi için mücadele etmişlerdir.

Milli Mücadele dönemindeki 1921 ve 1924 anayasaları ise “liberal” nitelikli anayasalar olmasalar da, egemenliği padişahtan ve hanedandan alıp “ulus”a verme ve “ulus”un yegâne temsilcisi olarak Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni görme anlamında “demokratik” anayasalardır ve tarihsel olarak bir ilerlemeye tekabül ederler. Dahası Mustafa Kemal’in Milli Mücadele’den zaferle çıkması ve “tek adam”lığını fiili olarak tesis etmesine rağmen, 1924 Anayasası’nda Meclis’in egemenliği ulus adına kullanacak tek yetkili organ olmasından vazgeçilmemiş, tek adama uygun bir anayasa yapılmamıştır.

Anayasa sözcüğünü gerçek anlamda karşılayan ve anayasacılığın ruhuna en uygun anayasa metni ise 1961 Anayasası’dır. 27 Mayıs Darbesi’nin ürünü olmasına rağmen, bu Anayasa’da sınırlı devlet, yurttaş hak ve özgürlükleri, kuvvetler ayrılığı, özerk kurumlar, Anayasa Mahkemesi, ikinci bir parlamento olarak Senato Meclisi yer almış, bu nedenle de 61 Anayasası tarihimizin gördüğü en demokratik anayasa olarak nitelendirilmeyi hak etmiştir.

12 Eylül’ün ürünü 1982 Anayasası ise anayasa ve anayasacılık mantığının bütünüyle tersine bir anayasadır ve 61 Anayasası’nın adeta anti-tezidir. Bu anayasa “kutsal devlet” fikri üzerine inşa edilmiş olup, yurttaşı devlet karşısında korumak ve devleti sınırlandırmak için değil, devletin kendini koruyabilmesi için yapılmıştır. 82 Anayasası gücü yürütmede toplamış, yasamayı ve yargıyı büyük ölçüde yürütmeye tabi kılmış, birey hak ve özgürlüklerini gasp etmiştir ve bu nedenle de faşizan bir anayasa olarak adlandırılmayı hak etmektedir.

Son derece ironik bir şekilde, 12 Eylül’le hesaplaşma adına gündeme getirilen 12 Eylül 2010 referandumu da, yürütmeyi güçlendirmesi ve yargının kısmi özerkliğini de bertaraf etmesi anlamında 12 Eylül mantığının bir devamıdır ve dönemin “yetmez ama evet”çilerinin söylediklerinin aksine, yapılan değişiklikler 82 Anayasası’nın felsefesine gayet uygun niteliktedirler.

İşte şimdi referanduma götürülecek anayasa değişiklikleri de, benzer bir şekilde anayasacılık hareketlerinin evrensel kriterleriyle uzaktan yakından alakalı olmayıp, 12 Eylül’ün mantığına uygun bir şekilde yasama ve yargıyı yürütmeye tabi kılmakta, onla da yetinmeyip yürütmeyi tek adamın üzerine tapulamaktadır. Tam da bu nedenle, Nisan’da yapılacak referandum 12 Eylül’ü üçüncü kez oylamak anlamına gelecektir. Sandıktan “hayır” çıkarmak ise toplumsal muhalefetin öncelikli görevidir ve bu, ilk ikisine nazaran çok daha mümkündür.