Üniversite, doğası gereği “yerli” ve “milli” olamaz, sağın olanca hamasetiyle “yerli ve milli değerler” adını verdiği değerlerle de uzaktan yakından ilişki kuramaz; çünkü bilim evrenseldir ve eleştirel aklın yerli ya da milli olmak gibi bir derdi yoktur. Bilim üretmesi ve eleştirel aklı öğrencilerine aktarması gereken bir kurum olarak üniversitenin, yerlilik ya da millilik gibi dertleri varsa ona üniversite değil, en fazla meslek edindirme kursu falan diyebiliriz.

Üniversite yerli ve milli olamaz ama her gittikleri ülkeden et ya da zeytinyağı ithal etmeye kalkanların bilmesi gereken bir şey vardır ki, ekonomi, üretim, tarım, hayvancılık yerli ve milli olabilir. Sağcılığın hamasi nutuklarının yerli ve milliliği değil elbette kastımız, kendi ayakları üzerinde duran ulusal bir pazardan ve bir üretim ekonomisinden söz ediyoruz.

Dün yaklaşık dört yıldır devam eden Soma Katliamı davasının duruşması vardı. Soma’da 301 kişinin yaşamını yitirdiği o büyük katliam, öncesiyle ve sonrasıyla sağ hamasetin bu ülkeyi nasıl bir uçuruma götürdüğünü, varoluş zeminimizi nasıl ayaklarımızın altından çektiğini bütün çıplaklığıyla gösteriyor.

Soma, yakın tarihe kadar bir tarım ve esas olarak bir tütün kentiydi. Termik santralın varlığı nedeniyle kent halkı madenciliğe yabancı değildi ama madende genelde dışarıdan gelenler çalışır, yöre halkı ise tarımcılıkla uğraşmaya devam ederdi. Ancak işler 2000’li yıllardan itibaren değişmeye başladı. Tarımda izlenen ve ne milli ne de yerli olan neo-liberal politikalar tütünü ve tarımı bitme noktasına getirdi, tarımdan elde edilen gelirin giderek düşmesiyle birlikte halk kaçınılmaz olarak madenlerde çalışmaya yöneldi.

Katliama giden yolda tarımdaki neo-liberal politikalar kadar madenlerin işletilmesinde uygulanan ve yine neo-liberalizmden beslenen özelleştirme ve taşeronlaştırma uygulamaları etkili oldu. Madenler hızlı bir şekilde özel sektöre devredildi, ancak mesele tek başına bu değildi, mesele şirketlere “sınırsız kömür alım garantisi” verilmesiydi. Bunun patronların kâr hırsını nasıl kamçılayacağı belliydi, işçiler güvencesiz koşullarda ve uzun çalışma saatleriyle madenlere yollandılar, ne kadar çok kömür çıkarılırsa o kadar iyiydi, çünkü müşteri hazırdı, devlet hepsini satın alıyordu.

Peki bu kömürler ne yapılıyordu? “Sadaka devleti” uygulamaları kapsamında, yardımlar aracılığıyla kemik seçmen kitlesi haline getirilmiş yoksullara dağıtılıyordu; yani yoksul maden işçilerinin canları pahasına çıkartılan kömür, patronlara kamu kaynaklarını pervasızca aktararak satın alınıyor ve sonra da oya tahvil olsun diye başka yoksullara dağıtılıyordu, mekanizma böyle kurulmuştu.

Dahası, kendisine kamu kaynakları aktarılan firmalar bir yandan aldıkları ihalelerin komisyonlarını farklı kanallar aracılığıyla bir yerlere aktarırken, öte yandan işçileri iktidar partisinin mitinglerine, toplantılarına katılmaya zorluyor, seçimlerde iktidar partisine oy vermeleri konusunda baskı yapıyorlardı.

Peki madende hiç mi denetim, hiç mi kontrol yapılmamıştı? Elbette ki yapılmıştı, herkes yaklaşmakta olan felaketin farkındaydı ama denetim raporlarının üzeri örtüldü, felaket görmezden gelindi, çünkü para konuşuyordu, çünkü patronlar semiriyordu, çünkü yoksullara oy adına kömür dağıtımına devam edilmesi gerekiyordu.

Tüm bunların neticesi, yerli ve milli 301 insanımızın göz göre göre ölüme gitmesi oldu, Soma’da bir iş kazası yaşanmadı, Türkiye tarihinin en büyük işçi katliamı yaşandı. Sermayenin, uluslararası tekellerin, yabancı şirketlerin, IMF’nin talepleri doğrultusunda bitirilen tarım, neo-liberalizmin doğasına uygun bir şekilde yürütülen taşeron ve güvencesiz çalışma, iktidar ve kâr hırsı bir araya geldi ve 301 insanın canını aldı.

Yerli ve milli hamasetinin bugün geldiği yer neresi peki? Sırbistan ve Fransa’dan et ithalatı, Tunus’tan zeytinyağı ithalatı, kuru fasulye, nohut ve barbunya ithalatındaki gümrük vergisinin sıfırlanması, yani bunların ülkeye girişinin kolaylaştırılması, saman ithalatı, tütün tekellerinin çıkarları adına sarma tütüne getirilen vergi…

Türkiye, giderek betondan başka bir şey üretmeyen, üretim ekonomisinden hızla uzaklaşan, milyarlarca dolar dış borcu olduğu, katma değere dayalı bir sanayi kuramadığı, gelir dağılımı ve vergilendirmede muazzam bir adaletsizliği devam ettirdiği yetmiyormuş gibi, tarımsal olarak da bağımlı hale gelen bir ülkeye dönüşüyor. Bu esnada güvencesiz çalıştırmaya bağlı olarak işçi ölümleri devam ediyor, İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi’nin hazırladığı rapora göre 2017 yılında en az 2006 işçi çalışırken yaşamını yitirdi, yani en az 2006 iş cinayeti işlendi.

Tarımın, hayvancılığın, insanlarımızın ölümünün üzerine, milliyetçiliğin ve dinciliğin hamaset örtüsü örtülmek isteniyor, yerlilik ve milliliği buralarda değil üniversitede arayanlar ülkeyi bir meçhule doğru sürüklüyor. Ya o örtüyü kaldıracağız ya da meçhule yolculuğumuz hep beraber devam edecek.