Kimi kavramlar vardır, birbirine karşıt olarak konumlandırılırlar ve bu konumlanma üzerinden her şeyi açıkladıkları varsayılır. “Diktatörlük” ve “demokrasi” de böyle kavramlardır, bir ülkede ya diktatoryal, totaliter, otoriter, faşizan rejimlerden biri mevcuttur ya da o ülkede iyi ya da kötü bir demokrasi bulunmaktadır buna göre.   Peki ama sahiden bu kadar basit midir, diktatörlük ve demokrasi […]

Kimi kavramlar vardır, birbirine karşıt olarak konumlandırılırlar ve bu konumlanma üzerinden her şeyi açıkladıkları varsayılır. “Diktatörlük” ve “demokrasi” de böyle kavramlardır, bir ülkede ya diktatoryal, totaliter, otoriter, faşizan rejimlerden biri mevcuttur ya da o ülkede iyi ya da kötü bir demokrasi bulunmaktadır buna göre.  

Peki ama sahiden bu kadar basit midir, diktatörlük ve demokrasi derken tam olarak ne kastedilmektedir? Diktatörlüğün neyin diktatörlüğü olduğunun ya da “demos” ve “kratos”, yani “halk” ve “iktidar” sözcüklerinden oluşan demokrasinin bugün sahiden de “halkın iktidarı” anlamına gelip gelmediğinin bir önemi yok mudur?

“Demokrasi”yle yönetilen ülkelerde, en gelişkininde bile, iktidar sahiden halkta mıdır? Örneğin ABD’nin izleyeceği ekonomi politikalarının, mali politikaların, çevre politikalarının, kurtaracağı bankaların, müdahale edeceği ülkelerin, girişeceği savaşların belirleyicisi ABD halkı mıdır, ABD halkı “Amerikan demokrasisi”nin neresindedir?

Örneğin AB ülkelerinde bütçenin nasıl yapılacağında, kamu harcamalarının nerelere yöneleceğinde, kimlerden ne kadar vergi alınacağında nihai karar alıcı kimdir? Halk mı, yoksa küresel sermaye gruplarından, dev şirketlerden, bürokratlardan, think-tanklerden oluşan ve kapitalist sistemin çıkarları doğrultusunda hareket eden muazzam bir network mü?

Tüm bunları demagoji, laf kalabalığı olsun diye yazmıyorum. Dünyada olan bitenleri anlamak dünyaya bütünlüklü bakmayı gerektiriyor. Dünyaya bütünlüklü baktığımızda, “kapitalizm” adlı bir sistemin egemen olduğunu, tüm ekonomik, siyasal ve toplumsal ilişkilerin bu sistem tarafından belirlendiğini görüyoruz. Bu sistem “kendiliğinden” işlemiyor. Devletlerden, bürokratlardan, şirketlerden, IMF’den, Dünya Bankası’ndan, OECD’den, NATO’dan müteşekkil bir ağ dünyayı yönetiyor.

Ve bu sistem, yönetici azınlığın zenginliği ve yönetilen çoğunluğun yoksulluğu üzerine kurulmuş, eşitsiz, adaletsiz, ihtiyaç duyduğunda baskıya, polise, askeri müdahalelere, rejim değişikliklerine başvuran bir sömürü sistemi ve bu haliyle de cilalanmış, makyajlanmış bir diktatörlük olma niteliği taşıyor.

Sistemin lider ülkesi ABD, bugüne kadar dünyanın sayısız yerinde darbeler tezgâhlamış, darbeye giden yolun taşlarını suikastlarla, cinayetlerle, kitle katliamlarıyla döşemiş, Latin Amerika’dan Ortadoğu’ya, Nikaragua’dan Suriye’ye, ölüm mangalarını, paramiliter güçleri, cihatçıları finanse etmiş.

Darbe sonrası iktidara gelen askeri rejimlere en büyük desteği vermiş, faşist yöneticilerle gayet iyi anlaşmış, uluslararası şirketlerin bu ülkelerdeki çıkarlarını kollamış, petrolün kontrolünü elinde tutmak için gerici monarşi rejimlerini kollamış, bu rejimlerin karşısındaki bütün ilerici güçlere düşman olmuş, operasyonlar düzenlemiş.

Kore’de, Vietnam’da, Afganistan’da, Irak’ta, Libya’da, Suriye’de, işgallerle, ambargolarla, vekâlet savaşlarıyla, , büyük yıkımlara, kitlesel katliamlara imza atmış, milyonlarca kişinin ölümünün doğrudan ya da dolaylı sorumlusu olmuş.  

Şimdi aynı ABD ve sistemin diğer ortakları, Avrupa’sından İsrail’ine, liberalinden neo-conuna, gözüne Venezuela’yı kestirmiş durumda. Ambargoyla, darbeyle, işbirlikçileriyle daha önce sayısız ülkede ve Venezuela’da denedikleri şeyi “diktatörlüğe karşı demokrasi” palavrasıyla şimdi bir kez daha deniyorlar.

Önce bu tabloyu, meselenin esasını, özünü görelim, mahiyetine gerçek anlamda vakıf olalım, “diktatör kim, demokrasi ne” sorusunu gerçek anlamda bir soralım, gerisini ondan sonra konuşuruz.